Posts Tagged ‘ kırmızı ’

Kendine Tecavüz

Kendine Tecavüz

İğrenç bir koku var bu ışıksız, bu soğuk zindanda. Yine de umutluyum, güneşe kavuşacağımız günler yakın. On yılcık kalmış şunun şurasında. Aklımı tatile çıkarıyorum. Kâh bir dağ yürüyüşündeyim, kâh güneş banyosu yapıyorum. Zindanın dışarı açılan küçük penceresinden doğayı kucaklıyorum.

Zindana düşme sebebimi soracak olursanız, herkesin şu dakika bu mektubu okumaktan vazgeçeceği ve beni boğazlama isteğine kapılacağı kadar iğrenç bir sebeptendir. İşte böylesine zıt istekler içinde insanoğlu ancak bu suçumu hafifletmez tabi. Masum bir kadına tecavüzdür en büyük suçum.

Normali ve hakikati her zaman doğru ve düzgünler söylemez Hakim Bey. Ancak dünyada onların sözlerine inanılır. Benim gibi ayyaş, sapkın ve hayatın bir yerinde tuzağa düşmüş kişilerin düşünceleri hastalıklı algılanabilir. Ancak her hayat kendi normalleri içinde değerlendirilmelidir. Toplumsal normaller salakça bir yanılsamadan başka nedir?

Sıradan bir gündü, çayı demlemiş, tüm ofise çay dağıtıyordum. Bir anda tüm bina boşaldı. Herkes şehir meydanındaki büyük otelde yapılacak toplantıya gidiyordu. Koskoca binanın içinde ben ve bir kadın çalışan kalmıştık. Aldım bir çay götürüp masasına bıraktım. Sonra karşı sandalyeye geçip güzelce kuruldum, bir gazeteyi açıp okumaya başladım. Gazetenin yalan seli haberlerinin oluşturduğu yatay zeminin üstünden kadını süzüyordum. Kadının gözlerinde rimel, dudaklarında kırmızı bir boya vardı, yanakları al aldı. Ancak takıntılı bir tanrının yaratacağı kadar kusursuz bir güzelliğe sahipti. Aklımdan ahlaksızca bir sürü fikir geçiyor. Şuurum sanki yavaş yavaş kapanıyordu. Merhametliydi, sanki beni sevecek gibiydi. Bir o kadar güçsüzdü. Sanki ona biraz yaklaşsam sarılsam, öpsem, beni merhametle kucaklasa dünyalar benim olacak gibiydi ancak bütün bunlar da hayaldi. Hayatın gerçekliği içinde değersizdim. O nerelerdeydi, ben nerelerdeydim. Oysaki işte dünyanın bir noktasında, bir zamanda şans eseri karşılaşmıştık. Her neyse, onu boynundan yakalayıp şöyle bir tutsam, sonra tokatlasam ve çaresizliğin en dibine düşürsem, yaratacağım şiddet dünyasında belki benim olabilirdi. Belki oranın kralı ben olabilirdim, onun kralı ben.

Birden ayağa kalktım, bakışlarımdan tedirgin titrek ellerindeki bardağın içindeki çay bir o yana bir bu yana sallanıyordu, yaklaştıkça kalemi de elinden düşürdü. Yaklaştım ve boynundan yakaladım. Bir hamlede yere serdim. Çığlık atan dudaklarına elimin tersiyle ve düzüyle iki şamar indirdim. Kırmızı boyalı dudaklarından kanlar geliyordu. Kanlı ve zorba bir eylemdi ancak biraz sonra krallığımı kuracaktım. O anları tam anımsamıyorum ancak sonradan düşünüyorum. Gerçekten kurabilecek miydim? Bir insana sahip olabilecek miydim? Kafamda cevapsız sorular. Oysaki tarihte gerçek krallar önce öldürür sonra ölüleri gömer, ardından geride kalanları kandırırdı. Bu fetihte nasıl sulhu sağlayacağımı bilemiyordum. Çok geçmeden bütün vücudunu ele geçirmiştim. Kadın cansız bir ceset gibi yerde yatıyordu. Nefes alışverişinden yaşadığını anlayıp rahatladım. Gidip gelmeler sırasında tek hatırladığım yerde yatan kanlı yüzde kendimi görmem oldu. Ben aslında kendime tecavüz ediyordum. Tarif edilemez bir duygu kapladı bedenimi. İlk boşalmadan sonra hızla üzerinden kalkıp ofisten çıkıp kapıyı kapattım. Gidip bir sandalyeye oturdum. Aklımdan binlerce resim geçiyordu, binlerce ses, çocuklukta mahallemizdeki büyük çocukların kıçıma kerkinmeleri, öğretmenimin ilk tokatı, okul müdürüne biat edişimiz, ergenlikte tabulaşan kadınlar, babamın aşağılayıcı sözleri ve dayakları, sonra sonra toplum içinde yitip gidişlerim… Aşkı ararken hayatın gerçekliğine toslayışlarım. Koskoca dünyada aslında her insanın gerçekten insan olmadığını ve çok küçük bir grupla oynamam gerektiğini anlayışım. Hiç tanımadan evlendiğim kadına ilk gece güç gösterisi, sağlık güvencem olmadığı için ilk kez hastaneden kovuluşum, acılar içinde kıvranarak günlerce koca karı ilaçlarıyla iyileşmeye çalışmalarım, patron tarafından ilk tokat, kirayı ödeyemediğim için ev sahibi tarafından aşağılanışım, ev sahibinin her akşam para bahanesiyle gelip karımı taciz edişleri. Devlet diplomalı vaizler tarafından hastalıklı ilan edilişim. Güçsüz görüntümü fırsat bilenlerin her fırsatta bana taciz ve tecavüz etme istekleri… Neyse daha fazla yazmak istemiyorum.

Ben aptal ve merhametli bir kralım. Ancak aptal ve merhametli krallar zindanlara düşer. Akıllı ve muktedir krallar her gün binlerce tecavüz eylemini normalleştirerek aramızda geziyor. Belki bazen mağdurlar bile onu masum ve ahlaklı sanabilir. Ancak benim gibi bir ahmağa kim haklılık payı bırakabilir ki?

Gerisi kopkoyu bir gökyüzü… Derin bir yalnızlık… Zindana atıldığım ilk gün ateş düşen evim birilerinin kazancı, birilerinin sevincidir. Aciz benliğim kötülüğün timsali artık. Daha önce meşru tecavüzlere maruz bıraktığım aciz karım üzerine basılıp sindirilecek ve tecavüze hazır hale getirilecek bir maddedir artık. Bir garibanın meşru yaşantı başarısızlığından kalan zarar olarak bir köşeye atılacaktır. Soğuk ve karanlık odalarda karın tokluğuna toplumsal tecavüzün hiç uluyamayan bir neferidir. Zindana düşecek bir tecavüzcüsü bile yoktur artık. Hatırlayamadığı adı silinir belki nüfustan toplumca aşağılık bir kadın adı yazılır belki vesikasına. Erkekler adına hâllenirler belki, aşırı ahlaktan kafeslere zincirledikleri karılarını öldürür gibi… İşte bu kalıplaşmış ahlak perdesi altında koskoca bir tecavüz toplumu yatar. Çünkü “bireysel müsaade” yani “özgür irade” bizim olan koskoca dünyanın parsel parsel satılıp, bazı bölümlerinin yasaklanması gibi üç kuruşa bizim olmaktan çıkmıştır. Ben içeride onlar dışarıda. Ben zindanda onlar perde arkasında. Perde kopkoyu, aydınlığı engelliyor. Karanlık ne kadar büyük olsa da “Orospunun çocuğu, orospu olur,” önermesini her seferinde haklı çıkaran bu kara kadere inanmıyorum. Çünkü o güzel kadınla bir yaşam mümkün olsaydı eğer, mutlaka en güzel, en sevgi dolu biçimde yaşamak isterdim. Vicdan hapsi içindeki benliğimle çok pişmanım. Güçlü bir kral gibi kendimi öldürüp, bir canavara dönüşemedim. Yaşadıklarımdan tek anladığım gerçek tecavüzcü kendini öldürendir. Güzel ve güçlü kralların öldüğü, güzel masallarda buluşmak dileğiyle ben şimdilik bu sayfada ölüyorum… Sizin devletin kanun kitaplarında öldürdükleriniz gibi. Tahliyemi istemiyorum Hâkim Bey. Sadece benimde var olduğumu o yüce makamınızdan görmeniz dileğiyle.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mj6brzcjTJ1qc6wuio1_r1_540

Ey Ölümlü Gül

Ey Ölümlü Gül

Ey ölümlü gül. Bahçelerde sessizce açan gül. Ansızın papatyalar arasından kendini gösteren. Kısacık ömrüne bin bir güzelliği sığdıran gül, biraz daha gül… Gül bahçelerinde doğan bir kuş, gül bahçesinde gülen bir arı ve yer altı dünyasına yeni masal kanalları açan karınca, gül. Ey bu dünyayı döndüren ölümlü gül. Bir deli koşarak bahçelerde uğuldar “Ey ölümlü gül”

TheRoseGarden

Gül bahçemde açıp solan güllerin arasında hep onları bekleyen, biri kahverengi, biri boz iki minik serçe vardı. Birinin gerdanında siyah büyükçe bir leke…  Her gün hektarlarca arazide saatlerce uçarlardı da birbirlerini görmezlerdi. Bir arı vızıltısı mı çağırdı onları ya da kırmızı gül bahçelerinde açan pembe bir gül mü dikkatlerini çekti bilinmez. Günün birinde aynı noktada buluştular. Siyah lekeli kahverengi olan daha önce hiç görmediği bu boz serçeye başını eğerek selam verdi. Daha önce hiç serçe görmemişçesine baktı gözlerine doğru, ona yaklaştı. Bir anda havalandı. Bir gözü boz serçede bir gözü gül bahçesinde yukarıdan izliyordu. Sonra birden inişe geçti, gül bahçesinin en güzel gülünden bir yaprak kopardı ağzıyla, özenle boz serçenin önüne bıraktı. Çiçeğin yaprağı, bir ağacın yeşil yaprağına serilmiş kırmızı halı gibi duruyordu boz serçenin önünde. Sonra boz serçe aniden pırrr diye uçup gitti. Gül tarlasının ortasında hayalindeki serçe gözünün önünden uçup giderken, kalbinde bir çarpıntıyla kalakaldı kahverengi serçe. Ardından öylesine öttü ki, gül bahçemde birkaç gül dayanamadı böylesi bir ötmeye saatler içinde sararıp soldular.

Ey ölümlü serçe… Aşk’ın sana göre uzun ya da kısa, gül bahçesi için epey uzunca sürdü aslında. Canlıların kalplerinde geniş geniş araziler vardır. Bu toprakların bazıları zakkumlarla, kaktüslerle dolu, bazılarıysa papatyalar, güllerle doludur. Adını bile bilmediğimiz çiçekler açanlarsa. Onlara hep ayıp ettik aslında. O arazilerde kuşkusuz korkuluklarda vardır. Her gün gezerken bu uçsuz bucaksız arazilerde bir karga nasıl korkuyorsa korkuluktan, sende öyle korkarsın işte. Gül kokuları içinde solan güllere bakarak yarın uyanır mıyım korkusuyla sarılırsın aşkına. İşte o aşk ki çok zor bahşedilir gül bahçesine. Gül bahçesine girmeye çalışan binlercesi geri dönmüştür. Ancak gül bahçesine girip dar yollarda dikenlere takıla takıla yürümeye azmetmiş insanlara bahşedilir böylesine aşk. Yarın yok. Ödenen bedellerin en ağırı olsa da bu sonsuz ve kısa hayatta. Ne olur ölümlü gül? Atmosferde kaybolan ve durmadan yankılanan bir sedayla hep gül bahçelerinde uğuldar “Ey ölümlü gül!”

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Sahilde Bir Çakıl Taşı

Sahilde Bir Çakıl Taşı

Yemyeşil bir ormandan sahile iniyorum. Yalnızım, çok yalnız. Keşke denize karışsam diyorum. Yok olsam. Yengeçler tutsa ayaklarımdan, bir vatoz çarpsa iman tahtamdan suyun ortasında yavaş yavaş kaybolsam. Durgun ve sıkıcı hayatın içinden sıyrılan benliğimin azgın dalgalar arasında kaybolması kadar etkileyici bir son olamazdı.  Kimseler görmese, kimse el sallamasa bu ıssız sahilden. Daha önce herkesin tek başına uğradığı bu sahilde karşı kıyıdaki kalabalıkların çığlıklarıyla çınlıyor kulaklarım.

Akşama doğru dağların ardından bir ışık topu yükseliyor. Denizin üzeri bembeyaz oluyor anında. Yeni geceye hazırlanıyorum. Çalı çırpıdan kurduğum sofraya, doğadan topladığım meyveler eşlik ediyor. Yükselen ışıkların arasından çıkıp gelmeni umut ederek bekliyorum. O anda biraz ilerdeki asma ağaçları takılıyor gözüme. Anason tohumuna karışmış özlerini sunuyorlar sulandırılmış biçimlerde. Ay doğuyor, büyüyor sen yoksun. Belki orada öylece her şeyden habersiz oturuyorsun. Hiç bilmiyorsun bu yalnız sahilde bekleyen yalnız adamı.

Başım bir kayaya yaslanmış halde uyanıyorum. Bilmiyorum kaç saat uyudum, fakat günlerdir kendimi çok az uyumuş hissederek uyanıyor, yeni doğan günün umuduyla avunuyorum. Sabah, öğle, akşam seni düşlemekten başka bir şey yapamıyorum. Kafamı dağıtmak için oynadığım küçük oyunlara bir yenisi ekleniyor. Deniz üzerinde çakıl taşlarını kaydırıyorum. Yıllar önce rastladığım kırmızı çakıl taşım halen cebimde. Sahile yayılmış binlercesine bakıyorum. Arasına atıyorum çakıl taşımı da. Hiç biri onun gibi parlamıyor, onun kadar güzel görünmüyor gözüme. Her eğildiğimde binlercesi doluyor avucuma, ısrarla karada kalmak istiyorlar. En yassı olanı dört kez sektiriyorum suyun yüzeyinde. Sahilin çakılsız yumuşak bir kısmına uzanıyorum. Doğanın en güzel yatağıdır burası, ara sıra deniz bir yorgan gibi örtüyor üzerimi, sahile yeni çıkmış bir kaplumbağa uyandırıyor uykumdan.

Tüm rüyalarım seni gördüğüm o ilk güne aşık olmuş. Beynimin uyuştuğu, zamanın yavaşlayıp önemini yitirdiği, her şeyin güzelleştiği o dakikalar. Kanıma hızla karışman için seyreltmeden sek içiyorum seni. Ay değil, hafta değil, gün değil dakikalar içinde sarhoş oluyorum. Öyle bir sarhoşluk ki bu, yıllar geçtikçe hiç eksilmeyen bir etkiyle seni seviyorum.

Kafamda binlerce senaryoyla, senin normal yaşamdan kopmanı bekliyorum belki de. Sana söylemek istediğim o güzel sözcükler için uygun bir zaman arıyorum. İçinde “son” geçen sözcükleri değil “İlk” olan sözcükleri daha çok seviyorum. Cümleleri “ama”larla değil “ve”lerle bağlamak istiyorum. Sonuçları değil mutlulukları düşlüyorum…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Fotoğraf: Metin Demiralay (MDF) facebook.com/metindemiralayphotography

Birini Seviyorum

Birini Seviyorum

Gece karanlığında loş bir oda… Odanın içinde biraz oksijen ve eksikliğini hissettiğim bir şeyler. Herkesten her şeyden kaçtığım bu diyarda uzun süredir yazıyorum. Tahta kalemimin ucu bitti elim masanın üzerindeki kırmızı kalemtıraşa uzanıyor. Yatak başında dünyamdan diğer dünyalara açılan bir boşluk var bildiğim, oraya doğru savuruyorum kalem artıklarını.

Yıllarca çok aşk yazdım. Fakat hiçbir zaman aşk adamı olamadım belki de. Gerçekliğimin dışındaki dünyada hiçbir zaman aşkın ana karakteri olamadım. Bu benim eksikliğimidir bilemem ama biraz toplumsal gerçekliklerle aramdaki sorundan kaynaklı diye düşünüyorum. Hiçbir yere ait olmamak mıdır beni bu duruma getiren? İnsan ilişkileri konusunda hiçbir zaman onaylanan düşüncelere inanmadım. Bu konuda herkesle çatıştım. Karşı çıktım isyankâr oldum. Daha öncede böyle şeyler olmuştu fakat ben bu sefer gerçekten âşık oldum. Nasıl oldu? Onu gördüm. Onu dünya gözüyle tekrardan gördüm.

Karanlıktı çok karanlık. Yıllar önce Amsterdam’da gördüğüm “Nightwatch” portresi gelir aklıma. Zorbaların arasında kalmış şaşkın bir şövalyeymişim meğerse. Ona korkak gözlerle bakıyormuşum. Sonradan itiraf ettim kendime. Portreye her baktığımda bu yorumları yaparım işte diğerlerinden farklı olarak.

Devamlı kafasında düşüncelerle savaş halinde bir şövalye nasıl atından inip herkesin ortak gerçeğine dönebilir? Yıllarca beyinde atan bir kalp nasıl bu sefer tam sol tarafta böylesine hızlı çarpar. Son zamanlarda sadece onu düşünmemin sebebi kalbin beyni yenmiş olması mıdır?

Çok zor, zor sevda, zor biri biliyorum. Devamlı çatışma halindeki bir beyin böyle bir kızı tahayyül edebilirdi diyorum içimden. Yıllarca beyinde süren savaş kalp ile beyin arasında bir köprü kurup ona ulaşmalı bir şekilde, ama nasıl? Bu konularda becerikli olduğum söylenemez.

Yıllardır her gördüğüm insanı bir anda analiz eden ben. Seni neden tanımakta zorluk çekiyorum? Kaçıyor musun aşktan ve sevgiden acaba? Bu kaçış nereye kadar? Tüm bedenini siyah örtülerle örtmüş bir kadında bile sol yanında atan bir kalp vardır mutlaka. Ve gözleri bağlanmış o insanda karanlık ve örgülerin altından baktığı dünyada sevdiği bir insan. Kandıramazsın beni, aldırmaz tavırlarınla.

Merak, mutluluk, heyecan ve evham yıllardır anlamakta zorlandığım duygular. Bizi biz yapan duygular bunlar mıdır diye sorar dururum kendime? Evhamlarının yaşamını durdurmasına izin verme. Tekdüzelik sıkıcıdır heyecan ara. Merak ve mutluluk besleyecektir onu. Galiba farkında olmadan aşkın ve sevginin tarifini yapıyorum. Ya da yine bana öyle geliyor. Bugüne kadar bana göre geldiğince düşündüm. Bundan sonra birazda sana göre geleni düşünelim olmaz mı?

Duygular ve insan psikolojisi bunları anlamak anlamlandırmak çok zor. İnsan yaşarken de meraklı ve heyecanlı, ölürken de. Son nefesini verdiği dakikalarda yalnızsa insan, geride kalanlar büyük merak ve heyecanla birazda üzüntüyle öldüğünü zanneder ölenin. Oysaki etrafında binlercesi olanlarda aynı şekilde ölür bence.

Aşkın bittiğini anladığında eski hayatına geri dönüyorsun ya. İş, güç, dersler, okul bide böyle saplantılı olduğun şeyler filan bunların önem sırası yükseliyor ya birden. Çok garip bir duygu alkolün etkisinden yeni kurtuluyorsun, mutlusun ama yeniden sarhoş olmak istiyorsun…

Tarif edilemez bu yalnızlık duyguları içerisinde. Bir kızı sevdim işte. Hepsi bu. Ona anlatmak istediklerimde bunlar.

Ben seni seviyorum. Sende beni seviyorsun biliyorum. Beni böyle kesin yapan nedir? Duygular mı? Yaşamak istediklerim mi? Galiba böyle durumlarda tek doğru olan sevgi sana olan sevgim…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

 

Yalnız Çakıl Taşı

Koca şehrin ıssız sokaklarında kimselerin kimsesizleri miyiz bizler? Nedir aile olmak nedir bir arada yaşamak? Karanlık ve soğuk bir caddede yürüyorum. Üzerime bulutlar yağıyor. Her köşede birkaç tane ışığı yanan ev…

Çok mutsuzum. Elim cebime gidiyor. Küçük ve eski telefon rehberimi çıkarıyorum. Yağmurdan sakınmak adına küçük bir telefon kulübesine sığınıyorum. Rehberi karıştırıyorum. Birçok kimse var burada. Kimisi bir zamanlar can dostum kimisi aile bireyimmiş. Eski platoniklerimin sayfasını açıyorum birden. Yüreğimden binlerce değer dökülüyor telefon kulübesine. Birkaç tanesini telefona yerleştirip arıyorum 112 Hızır acili. Karşımda hayatın en ürkütücü yüzleriyle karşılaşmış soğukkanlılığını korumaya çalışan bir ses. Merhaba diyorum ona. Birkaç kelime konuşmak istiyorum. Yüzüme kapanıyor telefon. Ne oldu şimdi doktor hanım diyorum içimden. Enkazımı kaldırmanız için aramıştım. Ölen bir faninin son sözlerini dinleyip öyle götürseydiniz ya morga. Sözler ve düşünceler bu kadar değersiz mi? Rekabetçi yaşamda en değerli olan ölmüş ve kokuşmuş olan bedenim mi? Rekabetten ayrıldığım vakit son model bir minibüs alıp götürecek bedenimi. Üzerine beyazdan bir cüppe giymiş adam ‘bu adamda cennetimize gelsin.’ diyecek. Orada adil olmaya çalışacak herkes. Gözyaşı dökecekler. Ön sıralarda aile bireylerim.

İşte böyle, hiç kimse yok telefon rehberinde. Yeniden yağmura çıkıyorum. Islatıyor günlerdir banyo yapmamaktan kokuşmuş bedenimi. Yenilenmek istemiyorum suyla. Duygulara inanmayanlar geliyor aklıma. Kaç bin tane duygumu heba ettim şu fani dünyada. Harcadılar birer birer yok ettiler. Mantıkla mutlu olmaya çalıştı herkes. Düzenin bahşettiği o yalnızlığı büyük bir şeymiş gibi sahiplendiler. Aramadılar sormadılar hiç birisi. Basit ucuz ve geçici hazlar peşinde koştular. Bir kafedesin ya da bir bilardo salonunda, Pariste o kulenin altındasın. Ben yokum ya orada. Gözlerini kapattığın o son dakikalarda onlar olmayacak yanında. Belki benim sevgim ve bana duyduğun ufacık sevgi ruhunla beraber uçacak yıldızlara. O ruhlar ki kimisi çok ağır kimisi kuştan hafif. Kuştan hafif olanlar kapılacak rüzgâra da ulaşamayacak vaat edilen topraklara. Kimisi değer verdiği ruhlarla uçacak yıldızlara.

Ben bugün böyle yalnızım ya, ne konuşacak bir dost, ne bir arkadaş, ne de bir sevgili bulamadım ya. Zaman zaman yanıp sönen bir sokak lambasının altında, biraz önce beni dilenci sanıp önüme beş akçe atan adamın attığı paranın üzerindeki bir adamla konuşuyorum. Para yalnızlığın ilacıdır. Tatmin oluyorum. Cebimden küçük bir çakıl taşı düşüyor. Parçalanıyor akan sele kapılıp yok oluyor… Ah benim kırmızı renkli, güzel çakıl taşım. Yağan yağmurlar seni bana geri getirecek biliyorum. Çünkü sen yalnız çakıl taşımsın…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com