Posts Tagged ‘ tecavüz ’

Yalnızlık Hastası

“Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.” Carl Jung

Masada hüznün en büyüğü, masada yürek çöküntüsünün en derini, masada su gibi tertemiz gencecik insanlar vardı. Her birinin gözlerinde elem, kalplerinde derin bir korku vardı. Yaşadığı zamanın kıymetini bilemeden gelen bir gelecek korkusuydu bu. İyi bir okul okuma kaygısıyla başladı her şey. Sonraları giderek büyüdü ve küçücük kafalara sığmayacak hayallere dönüştü. Evi olacak mıydı, arabası, iyi bir evliliği, çok parası, acaba güzel bir geleceği olacak mıydı?

Biri çıkardı masaya hüznünü koydu. Derin bir sessizlik kapladı masayı. Her biri bir elbise giyinmişti üstüne, kimi Doktordu, kimi Hakim, kimi Memur. Hiç biri gerçekten duygularını koyamadı masaya. Şöyle bir derinden haykıramadı düzene karşı. Çünkü korkuyordu yaşamı ehlileştiren güçten daha çok düşüncede yalnız kalma düşüncesinden. Belki alay edilecekti, belki itelenecekti anlamsız oyundan. O zaman daha yalnız kalacaktı. Belki bu gerçekliğine inandırılan dünyası da kaybolacaktı. Aklını yitiriyor gibi olacaktı belki de. Bir doktora koşacaktı ya da haplara boğulacaktı. Uyuyacaktı, uyuyacaktı… Dostlarını anlamsız bir sevinç kaplayacaktı belki de, bu sevinci Tanrı’nın gücü korkutacaktı, yalandan bir hüzne boğacaktı. Çünkü sonunda hepsi biliyordu ki birileri kaybetmeden kendi kazanamayacaktı.

Kimimiz hadsiz bir Tanrı sevgisinde, kimimiz sigara dumanına boğulmuş rakı masalarında aradık kaybettiklerimizi ve hayatın anlamını. Aynı şekilde Tanrı’ya taptık, aynı şarkıları söyledik, aynı hareketlerde aradık hakikati. Öylesine bir gerçekliğe inandırılmıştık ki, kendi hayatını hiçe sayan eylemlere ve düşüncelere bile tapar hale gelmiştik.

Özgür değildik sanki. Hep önümüze koyulan hedefler, yeni projeler. Zamanla ayağımıza kadar getirilen yiyeceklere, uyduruk paralarımızı verip iki adım eve taşıyıp pişirmekten acizleştik, yeni bir çocuk yapmak dünyanın en zor işi haline geldi ve yaşamak daha bir ağırlaştı sanki. Kadınlar daha bir acizleşti, erkekler daha bir kahpeleşti. Kısacık hayatın sonunun biran önce gelmesi için bekledik. Anı hep ıskaladık…

Masada ağır bir tedirginlik ve korku vardı. Zaman gerçek duygularla su gibi akabilecekken, yalandan konularla ağır ağır aktı. Herkes saatlerine baktı. Ayrılma vakti gelmişti artık. Kaybolan sevgiler, aşklar, yaşanmamışlıklar kafamızın içinde kaldı. Güzel ve inandırıcı bir kurgu, şu yaşanan hayat… Hayatın sıkıcılığı bir bir ortaya döküldü. Özgür ve kalabalık pek çok yol varken, kendini yaşamın en üstüne koymaya çalışan yeni yaşama biçimleri serildi ortaya. Çoğunlukla bağnazlığa dönüşen ve makyajı şapır şapır damlayan suretlere dönüştürdü insanları. Kaybedilen noktada deliye dönüştürdü, bir canavara, yaratığa dönüştürdü insanları, hayrın ve şerrin idrakine varamadan.

Toplumun içinde kaybolan bir kimlik kadar acı veren bir duygu yoktur. Bu öylesi derinden bir duygudur ki, duyumsadığın anda başını döndürür. Kaybolan bir kimlik, reddedilen ve hiç yaşanamayacak bir zamanın habercisidir. Kaybolan kimlik varlığa en büyük hakarettir. Yaşam biçimlerine uyum sağlayan ve yasaklara inanan bir adam hiç yaşamamıştır. O meşru düzende yaşanan hayatlarda tıpkı bu masada oturanlar gibi ölüdür ve hiç gerçekleşmemiş yaşamları yaşayanlarda bir gün öldürülür.

Gecenin karanlığında, yıldızlara daldım ve ağır bir yalnızlık kapladı içimi. Telefonum çaldı. Telefonun ardındaki babam kardeşimin bugün bütün görevlerini başarıyla yaptığını, benimde fazla geç kalmadan eve dönüp uyumamı emretti. Tedirgin sesinde aylak hayatım ve geleceğimle ilgili derin bir kaygı vardı. Fazla konuşmadan kapadım telefonu, yanı başımda saracak kimseler yoktu. Öpüp koklayacak, sevecek… Bir erkeği öpsem, koklasam sapmaydım, bir kadına sarılsam öpsem suçluydum. Ancak kadınlığın ve erkekliğin pazarlanması mubahtı. Mesela parasını versem marketten satın alır gibi bir insanı satın alsam, ona günlerce işkence uygulasam uygun bir yaşam biçimiydi bu, bir kaderdi. Çünkü sevmek çok zordu. Gidip sevdiceği aramak, onu sevmek, koklamak… Hepimize tecavüz kolay geliyordu. Müstehcen filmlerde buluyorduk kendimizi, müstehcenlikten beslenen sözde muhafazakâr programları saatlerce izlemek hoşumuza gidiyordu. Ah o parayı bir yakalasak var ya, tecavüzü de satın alacaktık hemen. Artık masalarda hayatından memnun tavrı takınacaktık, paramızla övünecektik, takındığımız rütbeleri sergileyecektik. Karşımızdakine sinsice ben senden güçlüyüm diyecektik. Ona da düşünmeden tecavüz edecektik. Gel benim düşüncemden ol sana da biraz vereyim diyecektik. Büyük seçim sandıklarında paylaşacaktık yalnızlığı, kendimizi önemli hissedecektik, yaşıyorum diyebilecektik belki de. Gözlerimi kapadım yalnızlığımla uyudum o gece. Ben tanısı henüz konulmamış, ilacı yapılmamış bir yalnızlık hastasıyım.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

mikus-lasmanis-homotography-errikosandreou-03

Kendine Tecavüz

Kendine Tecavüz

İğrenç bir koku var bu ışıksız, bu soğuk zindanda. Yine de umutluyum, güneşe kavuşacağımız günler yakın. On yılcık kalmış şunun şurasında. Aklımı tatile çıkarıyorum. Kâh bir dağ yürüyüşündeyim, kâh güneş banyosu yapıyorum. Zindanın dışarı açılan küçük penceresinden doğayı kucaklıyorum.

Zindana düşme sebebimi soracak olursanız, herkesin şu dakika bu mektubu okumaktan vazgeçeceği ve beni boğazlama isteğine kapılacağı kadar iğrenç bir sebeptendir. İşte böylesine zıt istekler içinde insanoğlu ancak bu suçumu hafifletmez tabi. Masum bir kadına tecavüzdür en büyük suçum.

Normali ve hakikati her zaman doğru ve düzgünler söylemez Hakim Bey. Ancak dünyada onların sözlerine inanılır. Benim gibi ayyaş, sapkın ve hayatın bir yerinde tuzağa düşmüş kişilerin düşünceleri hastalıklı algılanabilir. Ancak her hayat kendi normalleri içinde değerlendirilmelidir. Toplumsal normaller salakça bir yanılsamadan başka nedir?

Sıradan bir gündü, çayı demlemiş, tüm ofise çay dağıtıyordum. Bir anda tüm bina boşaldı. Herkes şehir meydanındaki büyük otelde yapılacak toplantıya gidiyordu. Koskoca binanın içinde ben ve bir kadın çalışan kalmıştık. Aldım bir çay götürüp masasına bıraktım. Sonra karşı sandalyeye geçip güzelce kuruldum, bir gazeteyi açıp okumaya başladım. Gazetenin yalan seli haberlerinin oluşturduğu yatay zeminin üstünden kadını süzüyordum. Kadının gözlerinde rimel, dudaklarında kırmızı bir boya vardı, yanakları al aldı. Ancak takıntılı bir tanrının yaratacağı kadar kusursuz bir güzelliğe sahipti. Aklımdan ahlaksızca bir sürü fikir geçiyor. Şuurum sanki yavaş yavaş kapanıyordu. Merhametliydi, sanki beni sevecek gibiydi. Bir o kadar güçsüzdü. Sanki ona biraz yaklaşsam sarılsam, öpsem, beni merhametle kucaklasa dünyalar benim olacak gibiydi ancak bütün bunlar da hayaldi. Hayatın gerçekliği içinde değersizdim. O nerelerdeydi, ben nerelerdeydim. Oysaki işte dünyanın bir noktasında, bir zamanda şans eseri karşılaşmıştık. Her neyse, onu boynundan yakalayıp şöyle bir tutsam, sonra tokatlasam ve çaresizliğin en dibine düşürsem, yaratacağım şiddet dünyasında belki benim olabilirdi. Belki oranın kralı ben olabilirdim, onun kralı ben.

Birden ayağa kalktım, bakışlarımdan tedirgin titrek ellerindeki bardağın içindeki çay bir o yana bir bu yana sallanıyordu, yaklaştıkça kalemi de elinden düşürdü. Yaklaştım ve boynundan yakaladım. Bir hamlede yere serdim. Çığlık atan dudaklarına elimin tersiyle ve düzüyle iki şamar indirdim. Kırmızı boyalı dudaklarından kanlar geliyordu. Kanlı ve zorba bir eylemdi ancak biraz sonra krallığımı kuracaktım. O anları tam anımsamıyorum ancak sonradan düşünüyorum. Gerçekten kurabilecek miydim? Bir insana sahip olabilecek miydim? Kafamda cevapsız sorular. Oysaki tarihte gerçek krallar önce öldürür sonra ölüleri gömer, ardından geride kalanları kandırırdı. Bu fetihte nasıl sulhu sağlayacağımı bilemiyordum. Çok geçmeden bütün vücudunu ele geçirmiştim. Kadın cansız bir ceset gibi yerde yatıyordu. Nefes alışverişinden yaşadığını anlayıp rahatladım. Gidip gelmeler sırasında tek hatırladığım yerde yatan kanlı yüzde kendimi görmem oldu. Ben aslında kendime tecavüz ediyordum. Tarif edilemez bir duygu kapladı bedenimi. İlk boşalmadan sonra hızla üzerinden kalkıp ofisten çıkıp kapıyı kapattım. Gidip bir sandalyeye oturdum. Aklımdan binlerce resim geçiyordu, binlerce ses, çocuklukta mahallemizdeki büyük çocukların kıçıma kerkinmeleri, öğretmenimin ilk tokatı, okul müdürüne biat edişimiz, ergenlikte tabulaşan kadınlar, babamın aşağılayıcı sözleri ve dayakları, sonra sonra toplum içinde yitip gidişlerim… Aşkı ararken hayatın gerçekliğine toslayışlarım. Koskoca dünyada aslında her insanın gerçekten insan olmadığını ve çok küçük bir grupla oynamam gerektiğini anlayışım. Hiç tanımadan evlendiğim kadına ilk gece güç gösterisi, sağlık güvencem olmadığı için ilk kez hastaneden kovuluşum, acılar içinde kıvranarak günlerce koca karı ilaçlarıyla iyileşmeye çalışmalarım, patron tarafından ilk tokat, kirayı ödeyemediğim için ev sahibi tarafından aşağılanışım, ev sahibinin her akşam para bahanesiyle gelip karımı taciz edişleri. Devlet diplomalı vaizler tarafından hastalıklı ilan edilişim. Güçsüz görüntümü fırsat bilenlerin her fırsatta bana taciz ve tecavüz etme istekleri… Neyse daha fazla yazmak istemiyorum.

Ben aptal ve merhametli bir kralım. Ancak aptal ve merhametli krallar zindanlara düşer. Akıllı ve muktedir krallar her gün binlerce tecavüz eylemini normalleştirerek aramızda geziyor. Belki bazen mağdurlar bile onu masum ve ahlaklı sanabilir. Ancak benim gibi bir ahmağa kim haklılık payı bırakabilir ki?

Gerisi kopkoyu bir gökyüzü… Derin bir yalnızlık… Zindana atıldığım ilk gün ateş düşen evim birilerinin kazancı, birilerinin sevincidir. Aciz benliğim kötülüğün timsali artık. Daha önce meşru tecavüzlere maruz bıraktığım aciz karım üzerine basılıp sindirilecek ve tecavüze hazır hale getirilecek bir maddedir artık. Bir garibanın meşru yaşantı başarısızlığından kalan zarar olarak bir köşeye atılacaktır. Soğuk ve karanlık odalarda karın tokluğuna toplumsal tecavüzün hiç uluyamayan bir neferidir. Zindana düşecek bir tecavüzcüsü bile yoktur artık. Hatırlayamadığı adı silinir belki nüfustan toplumca aşağılık bir kadın adı yazılır belki vesikasına. Erkekler adına hâllenirler belki, aşırı ahlaktan kafeslere zincirledikleri karılarını öldürür gibi… İşte bu kalıplaşmış ahlak perdesi altında koskoca bir tecavüz toplumu yatar. Çünkü “bireysel müsaade” yani “özgür irade” bizim olan koskoca dünyanın parsel parsel satılıp, bazı bölümlerinin yasaklanması gibi üç kuruşa bizim olmaktan çıkmıştır. Ben içeride onlar dışarıda. Ben zindanda onlar perde arkasında. Perde kopkoyu, aydınlığı engelliyor. Karanlık ne kadar büyük olsa da “Orospunun çocuğu, orospu olur,” önermesini her seferinde haklı çıkaran bu kara kadere inanmıyorum. Çünkü o güzel kadınla bir yaşam mümkün olsaydı eğer, mutlaka en güzel, en sevgi dolu biçimde yaşamak isterdim. Vicdan hapsi içindeki benliğimle çok pişmanım. Güçlü bir kral gibi kendimi öldürüp, bir canavara dönüşemedim. Yaşadıklarımdan tek anladığım gerçek tecavüzcü kendini öldürendir. Güzel ve güçlü kralların öldüğü, güzel masallarda buluşmak dileğiyle ben şimdilik bu sayfada ölüyorum… Sizin devletin kanun kitaplarında öldürdükleriniz gibi. Tahliyemi istemiyorum Hâkim Bey. Sadece benimde var olduğumu o yüce makamınızdan görmeniz dileğiyle.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mj6brzcjTJ1qc6wuio1_r1_540

Kalp Hastalıklarının Sebebi Üzerine

Kalp Hastalıklarının Sebebi Üzerine

Yaklaşık yirmi yıldır hastane koridorlarında bir o yana bir bu yana koşturuyorum. Bir ameliyattan diğerine giderken, diğer yandan kütüphane koridorlarında kalple ilgili külliyatı, keskin kokulu siyah çayla birlikte, reflüden harabat olmuş boğazımdan aktarırcasına hızla içiyorum.

Binlerce neden, binlerce sonuç var kalp hastalıklarıyla ilgili. Yıllarca ne ameliyatlar gördüm aklın, mantığın, beynimin, gözlerimin yaşamaz dediğim hastaların nasıl yaşadığını, yaşar dediklerimin de nasıl aniden ve sebepsiz göçüp gittiklerini…

Bebek sahilinde oturup düşlere dalarken, yıllardır cevabını arayıp durduğum manasız soruları kesen bir iç sıkıntısına müteakip, sıkışan kalbimin beni nasıl korkudan titrettiğini anladığımda değişti kafamdaki sorular. Bilim birazda var olanı görmek değil, var olanın dışındakileri görmektir diye boşa dememişler. Bunca yıllık beynim bir anda nasıl sıfırlandı, nasıl bir bebeğin kafası kadar berraklaştı bilemem. Sonraki gün yaptığım bir ameliyat sırasında kalbe bakıp “Bu nedir?” diye soracak kadar tarumar ettim tıp gerçeğiyle ilgili kurduğum dünyayı.

O günden sonra gelen hastalarıma şikâyetlerini sormak yerine, “nasılsınız?”, “mutlu musunuz?” gibi, gündüz bir hastane odasında başlayıpta gece rakı sofralarında süren, sabaha karşı eve döndüğümüz dertleşmelere dönüştü birden. Takıntılı ruhum her yıl Mart ayında yaptırdığım tetkikler sonrası iyi çıkan sonuçlarla rahatlardı, ancak bu sefer hiç tetkik yaptırmadan, bu dertleşmeler sırasında çok ağır kalp hastası olduğumu yavaş yavaş anlamaya başladım.

Kimisi insan olmanın değerini kaybetmiş, kimi parasızlıktan ve itibarsızlıktan toplumdan dışlanmış, kimisi tüm zenginliğin, itibarın içinde harcanmış, kimisi bir sevdanın peşinde kahrolmuş, kimi bir sevdayı harcamış, kimi adam öldürmüş, kimi kötü düşüncelerle kendini ve çevresindekileri öldürmüş, hayatı, insanları, düşünmeyi, beynini, kalbini, her şeyini öldürmüş…

Bu nedenler böyle tren gibi sıralanıp giderken. Bu kalpsiz, rekabetçi ve acımasız dünya dönmeye devam ettikçe makineli bir tüfeğin şarjöründen boşalan kara kurşunlar gibi önüne geleni yaralamaya ve acıtmaya devam ediyor.

En büyük amacı, en güçlü olmak olan bu sevgisiz insan topluluğunun, birikimsiz, avare fikirleri, gerçeğe yaklaşmak isteyen korkakların fikirlerine her dönem ağır basıyor. Bir yanda çok bilimsel tıbbi gerçekler, dünyadaki en büyük gerçekmişçesine insanlığı parayla esir alırken, diğer yandan da insanlığı tüketerek esir kampına daha fazla insan topluyor.

Bir gün bir ameliyat sırasında, yıllar önce katıldığı bir protesto gösterisinde bir tiranın hakikat hukukunca, haksızca tutuklanıp içeri atılmış, yıllar sonra hapisten çıktıktan sonra ailesi tarafından dışlanmış, sevdiği kadınlar gelecek korkuları yüzünden geçmişini öğrendiğinde teker teker bırakıp gitmiş ve an’da Ahmet Abi’yi katletmiş. Bir türlü meşrulaşamayan hayatına içtiği günlerin birinde, tecavüz ettiği kadından dünyaya gelen kızı da onu terk ettiğinde sıkışan kalbi, belki bilmemne hormonu salgılanmadı, ya da çok tuzlu, yağlı şeylerde yemiş olabilir, belki muktedir ahlak düzeninden dışlandığı için ilahi bir musibette başına gelmiş olabilir, işte bu hayatımızda neden var bilmediğimiz düzenin boktan bir gerçeğiyle ameliyat masasında hiçbir neden yokken bir anda can verdi. Kalbe hangi meşru müdahaleyi yaparsak yapalım geri döndüremedik. Sanki bu koskoca Evrende dönüp durması için her şey müsaitken o durmayı seçiyordu. Ben bu gerçeği hiç kimseye anlatamadım. Çünkü işte öyle oldu, böyle olmasaydı olmazdı gibi akılsız ifadeler muktedirdi hayata.

Pılımı pırtımı toplayıp hastaneden ayrıldım. Kimine göre kafayı yemiştim, kimine göre ailevi sorunlarım vardı, kimine göre başarısızdım, akılsızdım, fikirsizdim her neyse gittim bir mekân beğendim denize karşı. Çünkü insan kötüdür, ortak dünya da kötüdür gibi ağırlığı büyük ancak insan teorisinin bir yanını aydınlatan bir önermenin kapsamsızlığını ancak yalan dünya da kaybolanlar anlayabilir. Her neyse, bu sevgisiz, bu renksiz, olabileceğinin en boktanı dünyanın hikâyelerini dinledik ve yazdık bu küçük kahvede. Keyifli, güzel ama dışarıda ki yaşamdan umutsuz bir dünya kurduk orada. Kalbi sıkışanlar çekip gittiler, bir damla ağlamadık hep sevgiyle yaşattık onları, geriye kalanlar birbirimizi tedavi edip, denize bakarak sonsuz Evren’i izlemeye ve anlamaya devam ediyoruz. Kalbimizde sonsuz umut ve sevgiyle…

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Alex-Grey-Psychedelic-Painting-Art-Gallery-Kissing-744x1024

Her Tecavüz Ölümle Biter

Her Tecavüz Ölümle Biter

Baştan sona bitmek bilmeyen bir tecavüzden ibaretti hayatı. Tıpkı diğer mutlu insanlar gibi. Doğduğu ilk günden beri hayatının merkezine oturan kurallar. Uyuma – uyanma, yeme – içme saatlerini bile ayarlıyordu. Artık anne karnındaki gibi özgürce tekme sallayamıyordu boşluğa, hayata…

Eğitildi. Tıpkı diğerleri gibi, mutlu hayata ulaşılacağına inandırdıkları kanunları öğrettiler onada. Hayatı nasıl yaşaması gerektiği, yüz- iki yüz sayfalık kitaplarda, günlük yaşantısı ve siyasi görüşü de çok sevdiği televizyon kanallarından pazarlanmaya başlamıştı çoktan. Önce korkmayı öğrettiler. Sonra düşünmemeyi, yapamazsınlar geldi arkasından. Kurallara göre kurulmuş aile yapısı da ona uyum sağlıyordu zaten.

İğrenç bir döngüye giren hayatından zevk almıyor, ama bir türlüde kurtulamıyordu bu sonsuz döngüden. Biri onu oradan çekip çıkarsa. Bekledi, hep bekledi. Fakat bilmiyordu ki diğer tarafta kimsecikler yoktu.

Büyüdü, aradığı hayatı da, aşkı da bulamadı zaten. Sorgulamasına dahi izin vermeden, parasal çarkların bir parçası oldu. Artık sorumluydu yaptığı her şeyden, her işten. Küçük kameralarla çektiler yaptıklarını, dinlediler telefon ahizesinden her şeyini ve insanı pazara sürdüler sosyal medyalardan. Birer birer afişe ettiler küçüğü. Artık, pazar ona ne emrediyorsa onu yapıyordu.

Güçlüydü, çok güçlüydü. Tüm kurallara uyacak ve yapmak istemediklerini yapacak kadar gücü vardı. Hep üstün olmalıydı karşısındakinden, devamlı kazanmalı, hatta çokta para kazanmalıydı. Paranın gücünü diğerlerine de anlatmalıydı. Diğer manevi şeylerse, zaten hikâyeden ibaretti. Birkaç melankolik yazarın sayfalarına sıkışmış, sefil düşüncelerdi.

Yaşlandı. Bir köşeye bırakıverdiler. Kaldı orada öylece, çıkarılmıştı oyundan. Eline üç, beş kuruş sıkıştırdılar. Hadi yaşa dediler. İyide yaşanacak ne kalmıştı geriye? Bolca birikmiş para, geçen hevesler ve uzun zamanı olsa da, yapmak istediği ama yapacak gücü bulamadığı bir sürü şey.

Oysaki ne uzun vadeli planları vardı, bitti hepsi birer birer. Yolun sonuna geldi artık. Ölümden korkuyordu, öylesine korkuyordu ki lafını bile edemezdi.

Ölürken, ağır bir tecavüzden kurtulmuşçasına mutluydu. Geçen uzun yıllar, ona şunu çok iyi öğretti ki, alınacak bir ortak nefes bile kalmamıştı insanlarla. Yaşanamazdı. O halde gereğini yaptı, öldü.

Yine kuralına uygun bir şekilde gömdüler. Göstermelik taziyelerini sundular. Cenaze töreninde binlerce tecavüzcü, tecavüze uğrayan aynı sıraya dizildiler. İyi olduğuna şahitlik ettiler. Dünya üzerinde yaşanan acılardan daha büyük bir acı değildi bu. Huzuru bulmuştu, bunu sadece o cenazeye katılan, ağır tecavüze uğramış bedenler anlayabildiler.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Ya tecavüz ederse?

Ya tecavüz ederse?

Yıllar yılı aşk kaç milyon şekle girmiştir acaba? Kaç kişi aşk mı sevgi mi diye sormuştur? Aşk var mıdır? Bunun cevabı konusunda genel bir ortak görüş olmasa da galiba herkes sevginin gücünü idrak etmiş durumda. Hatta barbarlar bile sevginin gücünden yola çıkarak sevgisizlik aşılamaya çalışıyor insanlara.

Sevgi güçlüdür. İnsana tek başına bile yaşamayı öğreten tek şeydir. Doğadaki her şey sizin ona verdiğiniz sevgi kadarını size iletebilir. Sevgiyle baktığınız çiçekler, ağaçlar, hayvanlar, insanlar buna muhakkak ki karşılık verirler. Bunun sonucunda mutluluk olur. Güzellikler böyle ortaya çıkar çoğu zaman.

İki kalp bir araya geldiğinde sevginin gücü farklı hayallere, mutluluklara yelken açabilir. Kimi zaman hayatın oynadığı küçük oyunların içinde kaybolabilir sevginin gücü. Fakat en güçsüz düştüğümüz anda yine tek tutunacağımız dal olarak bizi bekler öylece. Ara sıra yine sorgular insan sevgiyi, aşkı, bağlanmayı. Hepsinden önemlisi belki de ‘sevgi ileticisi’ olarak öncelikle kendi ayakları üzerinde sağlam durmaktır her zaman. Aşkta birlik olmak mı? Yoksa tek tek biri oluşturmak mı önemlidir? İnsan doğası gereği yalnız mıdır? Yoksa rekabetçi hayat mıdır insanı yalnızlığa iten?

En önemlisi belki de hayaller ve masallardır. Haz aldığımız gerçeklerin hızla yükselip bir anda düşen paramparça olan egolarımıdır bizi biz yapanlar? Yoksa peşinde koşulan hayaller midir gerçek olan? İnsanlar tek ya da bir arada, farklı ortamlar içinde hayaller kurabilir. Çok güzel çok farklı hayaller yeşertebilir. Sadece bu hayaller için, masalının gerçekleşmesi için uğraşabilir. Bu masallar mıdır bizi yaşatan diye sorgulayabilir insan? Gerçek, herkesin okuduğu bir masal mıdır yoksa? Masal’ın içindeki kötü karakterler aslında iyi midir?

Dışarıdan müdahale edenler midir kötü olanlar? Bir erkek- kadın ilişkisi ya da erkek -erkek, kadın- kadın ilişkisi ne boyutlarda olursa olsun. Kurduğu hayalleri büyütmek ve hayata geçirmek ister. Fakat ya biri tecavüz ederse? Ya kirletirse hayalleri… Dünyayı zindan eden tecavüzcüler midir aslında? Biz tecavüzcülerin masallarında kurmaya çalıştığımız küçük masallarımı oynamaya çalışıyoruz yoksa? Onlar durmadan tecavüz edecek bizde bu olanların sonuçlarına mı katlanacağız acaba? Tecavüz devamlımıdır? Yoksa tecavüzün acısı bir ömür boyu mu sürer?

Sıcak bir yaz günü güneşin batışını izliyorum. Görüntümü bozan balık çiftlikleri ve yıllar önce pırıl pırıl olan denizden geriye kalan yağlı denizi yüzeyini seyrediyorum. Aklımda insanların kurduğu hayaller… Gülümsüyorum. Mutlu ediyor bu duygular. Ama ya biri tecavüz ederse? İşte o zaman kırık dökükte olsa hayalperest yerinden doğrulup yoluna devam edecek. İnanıyorum. Yinede ya tecavüz ederse?

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com