Posts Tagged ‘ gerçek ’

Şüphe Tek Gerçektir

Bazen kederli bir hevesle, artık bir parçası olamayacağım gelecekte yazdıklarımı beğenenler çıkar mı, anlayan birileri çıkar mı diye düşünüyorum. Ne var ki ben o zaman çoktan ölmüş olacağım.

Hiçbir zaman evimde değilim. Kendi dışımdayım. Fırlatılmışım. Geleceğe dair korkular, arzular ve umutlar; duygularımı benden çalıyorlar. Asla kendim olamayacağım.

Mademki hayat böyle iki adım ilerisi bile görünmeyen sisli yalpalı bir denizdi. Mademki tesadüflerin oyuncağı olacaktık. Neden irademiz var? Göğsümüzü dolduran bu hisler ve kafamızda dönüp duran düşünceler neye yarar? Hayatın ve çevremizin bize verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve elastik olmak rahat yaşamak için daha makul değil miydi?

İnsanın kendini bile ikinci kez aynı durumda göremediği bir dünyada, tutarlılık peşinde koşanları hayretle izliyorum. Oysaki az sonra değişebilirim. Yalnızca bulunduğum hal değil, amaçlarım da değişebilir. Her şey değişebilir.

Bütün bu kaosu, boşluğu unutmak ve anlamak için kendimi yok ettim. Çünkü insan ancak anladıktan sonra birine, bir şeye nefret ya da sevgi duyabilir. Yalnızlığım sonunda beni kendine benzetti. Herkes gibi kendi gerçekliğine mahkûm etti. Düş dünyasında salınıp duruyorum. Bu acı tatlı hayat, gördüğüm rüyaların gerçekleşmeyeceği gerçeğiyle beni yüzleştiriyor.

Öyleyse akıl sandalına binelim. Akıl sandalında anlamadıklarımıza, karanlık gelenlere daha çok inanalım. Hiç şüphe etmeyelim inandıklarımızdan. Korku sarsın dört yanımızı, kaygı daraltsın perspektifimizi. Kendi mağduriyetimizle baş başa kalalım.

Oysaki akıl her zaman yanlışın karşısında biraz aksak biraz dolambaçlı ve sallantıda değil midir? İnsan aklı savunmasız ve kırılgan değil midir? Akıl kendi hastalığını bile teşhis edemez bir aciz değil midir? Soruyorum size.

Öfkeye kapılınca her şeyi olduğu gibi duymuyoruz. Ve birini sevdiğimizde birden, herkes çirkin görünüyor gözümüze. Duyularımız bile birbiriyle çelişiyor. Hangisine inanacağız?

Artık daha iyi anlıyorum ki. Akıl, insanın kendi için uydurduğu her biçim ve şekle girebilen bir araçtır.

O yüzden her gün her şeyi yeni baştan düşünmeliyiz. İnsan düşüncesi, sistemleri kırarak gelişebilir. Çünkü hiçbir sistem hayatı bütünüyle kapsayamaz. Her zaman biraz şüpheyle yaklaşmak gerek yaşananlara.

Yargılarımızı asla bize sunulmuş gibi görünen gerçeğin görüntüsüne bırakmamalıyız. Oysaki ne kadar kolay yargı dağıtıyoruz hayatla, insanlarla ilgili. Yargılarımız arttıkça sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi bir his kaplıyor içimizi…

Doğuştan hakikate ulaşamadıklarını fark eden ve en iyisinin herkesin kendi haline bırakılması olduğunu anlayan bireyler; hakikati bulduklarına inananların evrensel adaleti tesis etme çağrılarına asla boyun eğmezler.

Ancak hayatta öyle insanlar tanıyorum ki, kendilerinin olmayan inanışlar için, ne olduğunu tam olarak bilmedikleri fikirler için, gözünü kırpmadan ölüme gittiler. İnsanla bilgi arasındaki bağ koparsa, bilginin hayatla, değerlerle bağları koparsa “-izm” tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu tehlike insanı çevresindekilerle çatışmaya götürür. Ve götürdü. Bu dünyada insanın kendinde olan cehalet ve geçicilik kadar başkalarını zorlayacak bir şey görmedim.

Bu fani dünyada herkes mutlu olmak ister ve herkesin mutluluğu hoş görülmeye bağlıdır. Hoşgörü ise ahlaki bir seçim meselesidir. Tutum ve eylemlere bakarak anlaşılır. Bilhassa da eylemlere…

Hayvanlar doğanın kurallarına bizden daha iyi uyum sağlıyorlar. Doğanın belirlediği kurallar içinde ılımlı kalabiliyorlar. İnsanlar öyle mi? Bilmemenin cehaleti, bir süre sonra büyük bir vahşete, büyük bir hoşgörüsüzlüğe dönüşüyor.

Çünkü içimizdeki ses şöyle sesleniyor akla: “Eğer bilmek mümkün değilse, belki de hoşgörüsüzlük kötü bir şey olmayabilir…”

Oysaki akıl bilmiyor; doğru ya da yanlış arasında hüküm verilmesini gerektiren bir durum yoktur. Neyi öğrenirsek öğrenelim, veren de alan da insandır.

Dışarıda milyonlarca kendine has insan. Benim gibi düşünmüyor, benim gibi inanmıyor, benim gibi görmüyor. Hepsi kendi kişiliğiyle, kendi örneği içinde değerlendirilmeyi bekleyen milyonlarca insan var…

Kişinin kendi öznel gerçekliğini başkası üzerine dayatmaya çalışması, dünyadaki anlaşmazlıkların, çatışmaların ve savaşların en önemli sebebi.

Bunlar benim düşüncelerim. Yalnızlığın düşünceleri. Yani iğnesi kırılmış bir pikap gibi cızırdıyor ve ötede beride duyulmuyor. Düşünürün dediği gibi “insan kendi ördüğü anlamlar ağına takılmış bir hayvandır.” Ve asla bu tutsaklıktan kurtulamayacağız…

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Michel de Montaigne’ne saygıyla…

Acılar Zamanın Yavaşlığındadır

Acılar zamanın yavaşlığındadır, insan zamanı hızlandırmak ister. Bir an önce geçsin gitsin. Her şey bitsin ister. Ölüme koştuğunu unutarak, bilinçsizce kaçar acılardan. Kaçarken mahir dünyayı da düzeltmek ister. Yanlış gidenler düzeltilmelidir. Ancak kendi içindeki zamana hükmettiği gibi fiziki dünyaya hükmedemez. Acılar tüm gerçeğiyle yerleşir vücuduna ve tüm fiziksel gerçekliğiyle bir yanını ağrıtır. Dilekler, dualar, konuşmalar hiçbiri geçiremez bu acıyı. Birine acı çektirmek, aslında onu yaralamak gibidir. Kimse fark etmese de maktulün bedeninde gizliden gizliye bir yer kanar. Öyleyse acıların üstünü kapamak en büyük ahlaksızlıktır. Ancak insan çoğu zaman acıları bir deniz feneri gibi aydınlatmaktansa, sığındığı bir yalan limanından sarkıttığı ağlarla acıların üstünü örtmeyi tercih eder.

Biri şefkatle sarılsın, sevgisiyle kuşatsın her yanını ister insan. Çocukluk masumiyeti kaybolmuştur. Nerede o şefkat, nerede o masumiyet diye de isyan eder çoğu zaman. Ancak bağırmak çağırmak faydasızdır. Masumiyet bir kez kaybedildiğinde, geri döndürülemez.

İnsan bedeni daha fazla yaşamak için her türlü hileye meyilli. Bu onun doğada kalmak için doğal bir refleksi. Yani aslında bıraksak her şeyi meşru kılacak ancak içinde altın gibi parlayan bir tarafı da buna izin vermiyor. Sanki içine önceden yerleştirilmiş bir şeyler var. Belki de bir tür saflık fakat yalnızlıktan çıkıp topluma karıştığında daha adil olsun istiyor. Ancak adaletin olmadığını da her seferinde görüp deneyimliyor. Yine de bırakmıyor o adalet değerini. Bu da acıları azaltan bir avuntu belki de, içimizde bir yerlerde hiçbir şey yok.

Hayatın her yanında güç istenci. Güçlüden güçsüze, güçsüzden güçlüye üreme istenci. Herkes istemsizce yürüyor bu yolu. Tüm ideallerini bir kenara koyup, bütün adiliğiyle oynuyor bu oyunu. Neyin nasıl adil olacağını biliyor ancak yine de bu hayatta o adiliği yaşamak istiyor. O adilik biraz daha yaşama bağlıyor insanı. Yaşadığı adilikler olmasa belki de hayatın bir anlamı kalmayacak. Mesela bir kadını ya da erkeği kandırıyor. Her türlü adiliği yaşadıktan sonra onu öylece yüzüstü bırakıyor. Bu ilişki değil, tam bir adilik aslında. Ancak kendi iç mahkemesinde çıktığı ilk davada kendini tahliye ediyor insan. İki yüzlülükte olsa bunu seviyor.

Yansıtılan karakterler ve gerçek insan arasında büyük farklar var. Çünkü gerçek bir insanı inşa etmek, bir yanılsamayı yaratmaktan daha zor. İnsanın içindeki en büyük şeytan “tembellik”. Bu şeytan gerçek insanı inşa etmektense, bir yanılsamayı yaratmayı tercih ediyor. Çünkü bu yanılsamayla çoğu amacına ulaşmış, hem de insanları kendinin değer verilmesi gereken bir varlık olduğuna inandırarak. Bu dünyada yine de en büyük adiler birbirinin üzerine yıkılarak yaşamak isteyen insanlar arasından çıkıyor. Çünkü istismar daha çok tembellerdedir. Emeksiz bir iş, adidir, basittir. İnsan bedeni çalışma, kandır diyor ve çalışmadan kandırıyor önüme geleni. İşte böylesine adi bir yaratık insan. Yine de yüce şeylere ilgisi hiç bitmiyor. Aşk gibi yüce şeylere mesela. Aşk diye tanımladığı şey bir anlık fakat içindeki sahip olma istenci bir ömür boyu insanın. Bıraksalar bütün dünya insanlarına sahip olmak istiyor. Aslında erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere olan kıskançlığı bu sahip olma istencinden. Sahipliği bittiğinde tüm kıskançlıkları, yasakları kaldırıp atıyor. Çünkü sahiplik köleliktir, tecavüzdür. Sahip olmak kadın ve erkek arasındaki ilişkinin çarpık ideolojisidir. Fakirler malını, zenginlerden daha çok korumaya meyilli. Aşkta da namus cinayetlerini çoğu zaman fakirler işliyor. Zenginler içinse yatırım hiç bitmiyor.

Yalan insanın olmazsa olmazı. Yalancılar düş kurmamı engelledi. Renkli dünyam yıllar içinde tek tipleşmeye başladı. Ve geriye berbat tek düze, kapkaranlık bir dünya kaldı. Belirli kalıplar içindeyim. Adalet yok. Her şeye sahip olmak istiyorum. Sahip olduğumda adil olacağımı sanıyorum. Zamanla anladım ki “Hak” güçsüzlükten doğarmış. Öyleyse “Hak” gerçekten sahip olmamız gereken çok güçlü bir şey. Onun yaşaması için güçsüzler ordusuna ihtiyaç var. Çünkü güçsüzlerin ordusu da çok güçlü. Fakat gerçek güçlüler bu orduyu dağıtarak yönetiyor. Tanrı da her seferinde kaybediyor.

Güneş tepeye tırmandığında acıları dindirmek için toplanıp dua ettik. Güçlülerde bu duaya katılınca daha çok inandık. Hep beraber Tanrı’yı sahiplendik. Ancak bu Tanrı acıları ortadan kaldırmıyor, sanki acılara daha fazla acı katıyor.

Acılar zamanın yavaşlığındadır insan bunu hızlandırmak ister. Hızlandırmak isterken kaygıya, korkuya, gerilime kapılır. Gerçek Tanrısını ve özgürlüğünü kaybeder insanoğlu. Yine sonunda fiziksel güçlere döner. Alkole, uyuşturan bazı şeylere ve kendini tatmin edecek insanlara, sahte bir Tanrıya ihtiyaç duyar. Gücü elde ettiğinde de tüm Tanrıları öldürür.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Gürbüz Doğan Ekşioğlu

Yalnız Görünen Adam Yalnız Değildir

Hayat fışkırıyor her yandan hayat. Ölüm insanlara delicesine koşarken ve insanlar ölümden kaçarken, inadına yaşamayı öğütlüyor hayat. Bildiklerimizin, bilmediklerimizden değerli olduğu bu dünyada ölümün davetini hüzünle karşılayışımız büyük bir yanlış anlaşılmadan başka nedir sorarım sizlere? Yanlış anlaşılmasaydı insan öldürür müydü ötekini berikini. Birkaç gün önceye kadar bende gerçeklere sonuna kadar inanan, iman eden bir adamdım. Sonra birde baktım tüm dünya bitmiş, yaşam bitmiş, hayat bitmiş bende, gerçek ölümden önce ölmüşüm. Sadece bildiklerimle kuşatılmış küçücük bir dünya. Hiçbir şey bilmiyorken ki küçücük dünyamı hatırlayıp, sonradan öğrendiklerimle çok büyütmüş olduğumu sandığım yeni dünyam, adi bir yanılsamaymış meğerse.

Koştum toprağa büyükçe bir çukur kazdım. Kendi mezarımı kazdım. Kazdıkça böcekler çıktı içinden, solucanlar, kökler. Hepsi canlı hepsi yaşamaktan bir haber veriyor. İyice derine inince birde ne göreyim. Capcanlı dipdiri su var karşımda. Sonra sahile koştum bırakayım şu kayalardan aşağı kendimi dedim. Bir rüzgâr esti uzaklardan sardı tüm bedenimi, dalgalar “yapma” diye vurdu kayalara sanki. Yeniden yaşamayı hatırladım. Bak, yıllar önce diktiğim zeytin ağacı her geçen yıl daha çok meyve veriyor ve diyor ki ben yıllandıkça gençleşiyorum aslında, toprağa daha sıkı tutunuyorum, her geçen yıl daha da verimleniyorum.

Sonra dayanamadım dedim oğlum Kemal dola halatı boynuna as kendini karanlık kömürlükte. Her şeyi hazırladım tam boynuma ipi geçireceğim bir de baktım karşımda bizim yan komşunun oğlan. Amca diye beni çağırıyor. Dur Kemal dedim zamanı değil çocuğun önünde olmaz. İndim tabureden açtım kollarımı, atıldı çocuk tüm sıcaklığıyla üzerime. Kömürden kapkara olmuş yere serdi mi beni, elimi yüzümü karaya boyadı mı bir güzel. O zaman kararmış tüm umutlarım aydınlandı yeniden. Yaşamak var ulan dedim. Sabahı var, öğleni var, akşamı var ve canlılık var. Sonra bahçedeki salıncağa koşup ardına geçip beni salla demeye çalışan o şirin ifadeleri… Gün boyu sallandık, koştuk, havayı ve güneşi içimize çektik.

Oğlum sen çıldırmışsın demeyin sakın, ben yalnız, yanılmış bir adamım. Eve gittim koltuğa yayılıp karşımdaki masaya dik dik bakmaya başladım. Masada büyükçe bir masa ha, dedemin babasından kalma. Cansız demeyin ona sakın, yaşıyor masa. Büyükçe bir kütükten oymuş dedem onu yıllar önce. Hala sapasağlam duruyor, nefes alıyor. Neler gördü o masa, neler geçirdi. Ne güzel günler ne kötü günler. Kış demeden, yaz demeden çekti yükümüzü. Yıllar geçse de yer çekimine meydan okuyor. İnadına yaşıyor masa.

Yalnızlığın dibi soğuk ve karanlık derler ya tam bir gerçek dünya uydurması. Çünkü bir kere gerçeğe inandı mı insan ötesini berisini düşünemez. Bir bataklığa saplanmışçasına hareket etmeden gerçeğin girdabında boğulur. Çünkü gerçek, bir mana zehirlenmesidir çoğu zaman. Yalanlarla doludur. Yaşamaksa daha az aldanmacalı. Sonlar ve sınırlar bir yalansa, yalnızlığın dibi sonsuz bir hakikate tam teslimiyetle bağlanışın başlangıcıdır. İçerisi karanlık ya da aydınlık olabilir. Kalabalıklar içinde aldanır insan. Çoğu zaman inanır. Çünkü birinin beyaz dediğine siyah derse delidir artık o, aptaldır. Tek görünen tektir. Yalnız olan kurur, parçalanır derler ya yalan. Yalnızlık sarmalı her yanımı sarıyor derken yeniden uyandı kalbim. Yeni filizler verdi. Seni seviyorum, hayatı seviyorum ve sonsuza dek direnerek yaşamalıyım dedirtti iç sese.

Sonsuz düşünce denizinde boğulacağına, gir gerçek bir denizde boğul. Çünkü yaşamı bitiremezsin. Çünkü yaşam yalnız görünen bir adam gibidir. Yalnız görünen bir adam da her zaman yalnız değildir.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Adsız

Yavşaklık Cenneti

YAVŞAKLIK CENNETİ

Korkuyorum sevmekten

Korkuyorum sevilmekten

Bazen öyle çok nefret ediyorum ki nefes almaktan

Korkuyorum kalp çarpıntımdan

Korkuyorum beynime giden sıcak kandan

Korkarım ki artık yaşamıyorum

Çünkü çok korkuyorum otuz beş yaştan

 

Korkuyorum hayallere kapılmaktan

Ve çok korkuyorum hayallerin peşinde gitmekten

Korkuyorum yer değiştirmekten

Korkarım ki bu koltuğa bağlandım

Korkuyorum değişmekten

Issız sokaklarda yürümekten

Ve putlaşmaktan

Korkarım ki bende biraz putlaşıyorum

 

Çok korkuyorum bunu bir şiir algılamanızdan

Ve çok korkarım beni şair sanmanızdan

Ya da cümlelere bulaşacak biraz bilgelik yanılgısından

 

Korkmuyorlar sevmekten

Ve hiç korkmuyorlar sevilmekten

Korkmuyorlar yaşamaktan

Ve hiç korkmadılar öldürmekten

 

Korkarım ki bende onların bir gerçekliğiyim

Onların sizlere sunduğu bir gerçeklik

Ben ben olamamaktan çok korkuyorum

 

Hiç korkmuyorlar yaşlanmaktan

Korkarım ki bir son yok onların dünyalarında

Oysaki adalet bir sonuç gerektirir

Yaşamak ölmeyi

Sevmekte sevilmeyi getirir

Ancak korkarım ki ben kalbimi kaybediyorum

Çok korkuyorum onu yitirmekten

Saklamaya çalışıyorum

 

Açlık geliyor aklıma

Bebeklik geliyor

Alıştığım üç öğün geliyor

Paşa çocukluğum geliyor

Hükümdar babam geliyor aklıma

Büyüyünce hükümdar olmak geliyor

Hükümdar sıfatları takınmak için

Bir yavşağa evrimim geliyor

 

Büyümek için eğildik

Hükümdarlık için eğiliyorum

Ve hükümdar olduğumda eğileceğim

Ve şimdi durmadan büyüyor

Ve durmadan acıkıyorum

Durmadan mahrum bırakıp

Durmadan mahrum bırakılıyorum

Yavşaklığı sevgiye

Aptallığı inanca bağlıyorum

Ve sonra bütün kutsalı yıkılıyorum

Aşağılık kahraman,

Kahraman bir korkak oluyorum

 

Ey fani, kork bu kelamlardan

Kork çünki,

Bu bir yavşaklık cennetidir

Attığım her adımda biraz daha korkuyorum

Korkarım ki ben korkulacak adımlar atıyorum

 

Ben aslında sevmekten değil

Sevilmemekten

Ölmekten değil

Yasaklanmış yaşamdan çok korkuyorum

 

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

lb

Gerçekler ve Sen

Gerçekler ve Sen

Tek tek girdim odalarına evinin. Her yerde gerçeklikle sevişiyordu yalnızlığım. Hep gerçeklikle mi sevişir yalnızlık? Geçen gün sevdiklerimi gördüm mutfakta dilim dilim olmuş gerçekliklere bulanmışlardı. Tanıyamadım onları. Siz dedim gerçekçiler hani nerede gerçek mutluluklarımız?

8619144_1

Ben bu dünyaya gerçekten gelmedim. Gerçekten yaşamadım hiç. Ben gerçek sevgiden anlamam. Ben gizli olanı saklananı sevdim hep, uzun süre mahzende duranı. Geçen akşam çıkardım bir şarap çılgınlar gibi buladım beynimi gerçekliğim oldu kan kırmızı şarap. Şarap fena sevişir gerçeklikle kaçtım o odadan hemen.

Ulan gerçekler, neden gerçekle seviştiğimi müjdeliyorsunuz hemen. Hem hiç utanmaz mısınız siz çırılçıplak bir gerçeğe bakarken. Ben utanırım hep bir gerçeği söylerken. Yalanı da hiç sevmem ama gerçekler yalan kadar utandırır beni.

Utanmadan konuşturur gerçekler beni. Ben gerçekten gerçek bir hayatım olsun isterdim. Gerçekten tüm dünyanın söylediği gibi sevmek isterdim. İyiliğe inanmak isterdim gerçekten. Tüm gerçekçiler beni yolumdan döndürdü, şaraba vurdurdu. Oradan oraya, koşturdu da koşturdu.

Bu dünyada gerçeği bulmaya çalışan üç beş ahmak deniz aşırı gitmiş, dağı delmiş kime ne? Hikayeleri zikredilir dilden dile. Gerçeklikle sevişene pezevenk derler. Pezevenktir biraz gerçeği bulmaya çalışan kişi.

Ahmak olanların gerçekleri iyidir. Her ahmağın gerçekliğine uyduracağı güzel bir hikaye vardır mutlaka. Ahmak sever gerçeği. İçer su gibi rakıyı kendinden geçer, çeker dumanı içerde içer.

Var olamamışların hani o gerçekçilerin dünyasında ki sahnelerde bir deri ceket giydikleri görülmüş müdür? Hiç deri bir ceket giyer mi var olamayan? Hiç ışıldamamış bu yıldız, gerçekliğin gökyüzünde hiç var olamadı. Hep sönük müydü var olamayan bu gökyüzünde? Ya parladı göremedin ya da parladı göremeyeceksin.

İlk gerçek tanrımı öldürdüklerinde bitti benim için. Yeni yeni tanrılar yarattılar. Devirdiler, kaldırdılar. Yükseldiler alçaldılar. İzledim ve geri dönmeyecek tanrımı bekledim hep.

Ey orada öylece sevgiyi bekleyen gerçekler. Siz zaten hiç var olmadınız. Var olamadınız siz! O kenarda köşede düşünen sizler. Bir sevgiliyi bekler hep ve sıcaklığı arar. Her daim sarhoştur. Ey var olmamış sevgililer hep beraber yıkın tüm gerçekleri, yıkın ve altında ezilsin gerçek müjdeleyiciler, sevinmek için öyle gerçek bir sonuca varmanıza gerek yok. Dönün ve sarılın birbirinize.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Resim: Jean-Michel Basquiat

 

Anlamak İstediğimiz

Anlamak İstediğimiz

Önce gerçeği ararız, sonra gerçek oluruz, sonra yine gerçeği aramaya devam ederiz. İçinden çıkılamaz bir kısır döngü içerisinde, bir gün sen öldün. Bende bir gün öleceğim ve sıcak toprağa karışacağım, belki bir kül haline geleceğim. Ya da cesedimi bile bulamayacaklar.

O gittikten sonra hiçbir şey değişmedi. Otobüs aynı hızla ilerliyordu, sokaklar aynıydı, çocuklar aynıydı. Aklımızda ki sorular bile değişmemişti. Beklentiler aynıydı. Biz anlayamadık bu ölümü, normal karşıladık ve ağladık. Katılaşmış hayat düzenine o kadar alışmıştık ki. Ölüm yüreğimizin parçalanmasına ve bir gram gözyaşına katık olmuş saf duygularımız karşında saygı duruşuna geçip, daha çok kişiyi sevmeye başladı.

Can; parayla üzerine elbiseler giydirdiğimiz bir mal. Bedava ürünü parlatmak gibi bir şey…

Yaşamak; bilinçsiz doğumun ardından sınırsız yaşama isteği. Her bir oyunda başrol olma tutkusu. Parasız gelen zevk, parayla satın alınamayan mutluluk. Ve bütün gerçeklerin parasal bir değeri olması… En büyük oyunun içinde, yeni, küçük oyunlar yaratma isteği. Gerçekliği göremeden sanal gerçekliğin içinde kaybolmak.

Aşk; iki bedenin birbirini çağırması gibi… İki birbirini tanımayan bedenin anlık yoğun istenci… İstenç karşısında kıskançlık, bağlanma ve sahip olma duygusu. Doyurulamayan egolar. Bir tenin diğer tene kendini beğendirmek için taklalar atması.

Ten; yaşar, hisseder ve bekler. Hiç unutmaz, teni ya da kokusuna aşina olduğunu. Kural, kanun dinleyen bir ten, hastalıklıdır.

Romantik; bir ten’e teşne ve ayrılamayan… Bir kadına ya da bir erkeğe ölene dek bağlı bir insan… Ne kadar özel ve masalsı…

Sevgi; nasıl yaşanırsa yaşansın eleştirilemeyen ve en değerli. Ucu, sonu, başı belli bir yolculukta en iyi arkadaş… Olmazsa olmaz.

Sevgi hem güzel, hem tehlikeli…

Yaşlı bir adamın ölmesi kadar olağan karşılanan… Yaşlılık; bitkin, yorgun ve hasta, işe yaramaz bir insanın, her şey olmaya çalışmış fakat sonuçta hiçbir şey olamayan bir adamın ölümü.

Genç; çalışkan, dinamik ve işe yarayan birinin ardından dökülen gözyaşları. “İyi mi kötü mü?” olduğunu algılayamadığımız. Devamlı kuşkularla dolu bir yaşam sürmemize sebep olan ve sevmeye, dünyayı daha katlanılabilir kılmaya çalıştığımız insandı anlamak istediğimiz. Yıllar var ki hiçbir şey değişmedi.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Doğru Hayat

Doğru hayat kılavuzunu elime aldığımda çok heyecanlıydım. Daha rahat okuyabilmek için odanın ışığını arttırdım. Siz diye başladı cümleler, başarabilirsiniz diye bitti genellikle. Uzunca bir zaman geçmiş farkında değilim. Gözlerim sulandı bir anda. Masanın üzerindeki peçeteye uzandı elim. Peçeteyi, yarılanmış kitabın arasına koyarken mutluydum. Her gün yatağa gitmeye üşenen ben, içimdeki enerjiyle yerimden kalktım. Dişlerimi fırçaladıktan sonra yatağa yattım.

Ertesi gün büyük bir heyecanla işe gittim. Bugün diğer günlerden daha önemliydi sanki. Bugün benim için dönüm noktasıydı. Şirkete gidip, masamda ilk kahvemi yudumlarken kapı çalındı birden.  Başımı kaldırmadım hiç, göz ucuyla baktığımda içeri girenin yönetici asistanlarından Elif olduğunu gördüm. Önümdeki finansal analiz raporlarını incelerken.“Ne var?” diye sordum. Elif masamın önündeki bir koltuğa oturduktan sonra “Nasılsınız?” dedi. “İyi” diye geçiştirdim. Sonra derin bir sessizliğe büründü oda. Ben finansal analiz raporlarını incelemeye devam ediyordum. Elif içindeki mahcupluğu ve üzüntüyü sessine yansıtır bir biçimde “Ben aslında, geçen gün eve giderken ayağınızı burkmuştunuz. Nasıl oldunuz diye sormaya gelmiştim?” dedi. Kafamı kaldırdım. “İyiyim, biran önce şu finansal analiz raporları hakkında çalışmam gerekiyor.”dedim. Elif yerinden kalktı ve kapanan kapının sesi duyuldu.

Bütün gece kitabı okuyarak sonunda bitirmiştim. Artık daha da mutluydum. Masadan bir kâğıt aldım ve her şeyi planladım.

Ertesi sabah müthiş bir titremeyle uyandım yeni güne. Her tarafımdan terler fışkırıyordu. Atletimi sıksanız şakır şakır ter akacaktı. Bu halde işe gitmem mümkün değildi. Şirkete telefon etmek için yerimden doğrulduğumda başım dönüyordu. Telefon ettikten sonra daha fazla yürüyemedim ve kanepenin üzerine kendimi bıraktım. İşe gitmeyecektim ama kim bakacaktı bana? Çok bitkin ve yalnızdım. Hastalığın şiddetiyle beraber yalnızlığın şiddeti de her geçen gün arttı. Fakat dimdik sapa sağlam durmalıydım. Öyle diyordu doğru hayat. Gözlerimden yaşlar gelirken dimdik durmaya çalıştım. Takatim yoktu. Kanepenin üzerine yuvarlandım. Günler geçiyor ve sadece şirketteki sekreterimin sesini duyuyordum. Onun dışında geceleri kendi inlemelerimi ve başımdan gitmek bilmeyen ateşin verdiği sıcakla ağzımdan çıkan sıcak nefesimi hissedebiliyordum.

İştahsızlıktan bir şey yiyemediğim, zoraki dolapta kalan bir iki parça şeyi yedikten sonra kustuğum dakikalardan birinde. Birden telefon çaldı. Arayan Elif’ti. “Nasılsın?” dedi bana o her zamanki sıcak içten gelen sessiyle. Konuşamadım. Belli belirsiz “fena değilim” çıktı ağzımdan. Bu ses güzeldi işte. Birkaç günde yıllanmış yalnızlığımı aldı götürdü birden. Kitaba ilişti gözüm aniden. Doğru bir hayat var mıydı? Kimin gerçeği kime göre doğruydu?

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Gerçek

Gerçek

Gülüşlerimiz vardır, bazen de içten içe sevinçlerimiz. Mutluluklarla dolu hiç bitmesini istemediğimiz dakikalar vardır. Bazen de kaldırımda umursuzca dolaştığımız dakikalar… O kadar mutluyuzdur ki, kimsenin bozamayacağını düşünürüz o dakikaları. Birden bir şeyler olur ve keyfimizi kaçıracak olan belirir birden. Ansızın gelip oturur içimize, midemize doğru baskı yapar. Gerçeklerdir onlar.

Soğuk yüzünü gösterir aniden. En zayıf anımızda vuruverir çoğu zaman. Mutluluğun düşürdüğü gardımızı yeniden aldırmadan bir yumrukta deviriverir bizleri.

“Ne gereği vardı şimdi, nereden çıktın sen?” diye karşılarız çoğu zaman. Hiç gitmeyecek bir misafir gibi kabulleniriz kalbimizde, içimizde. Kısıtlı yaşamda kötü bir an. Geçmişi olacak bir an. Gülüp geçtiğimiz dakikaları unuturuz belki ama o uzun bir süre aklımızda kalacaktır. Tatsız, bazen de acı bir tat bırakacaktır bedenimizde. En değer verdiğimiz şeyin sırtımızdan bıçaklaması gibidir. Belki de tam tersi olacak unutup gideceğiz. Mutlu dakikaları hatırlayacağız hep. İnsan ömrü bu iki olguya değer vermekle geçer çoğunlukla. Sonucunu bilmediği bir işlemde yeni değerler bulmak için yapar bunu.

Birden ağır ağır bir yağmur başlar. Birkaç adım sonra hızlanır. Tonlarca para saydığım ceketim, pantolonum sırılsıklam olur. O kadar ıslanırım ki suyla bütünleşir vücudum. Tam o anda milyarlar saydığım arabamın anahtarı elimden düşer ve suya karışır. Elektronik anahtarlık sistemi bozulur gider. Koşmaya başlarsın bir halk otobüsünün arkasından. Otobüsten inince hızla evine koşarsın. Hep koşarsında böyle günlerde hatırlarsın aslında. Hep sırılsıklam, yorgun koşarsın da sağlıklı mutlu sanırsın aslında.

Bakarsın ki evde kimseler kalmamış. Herkes çekip gitmiş. Eski cıvıltı kalmamış evde, duvarlarda… O zaman anlarsın belki de gerçekleri. Kahkahalar ve güzel dakikalar geride kalmıştır. Bu da gerçeğin soğuk yüzüdür işte. Bizim, benim, senin, onun gerçeğinin soğuk yüzü. Yıllardır içimde yetiştirdiğim ve büyüttüğüm gerçek, bugün arkamdan oyunlar oynamaktadır bana.

Çırılçıplak soyunup son model yatağıma uzandığımda, yatak büyük bir gümbürtüyle çöker. Kahkahalar odayı doldurur. Düzenbaz gerçekler kahkahalarda yok olur gider. Sırılsıklam çıplak bir vücut kalır geriye.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Oyun

İnsan hayatı oyunla başlar, fakat oyunla devam etmez. Bir süre sonra oyunun yerini hayatın gerçekleri almaya başlar. Küçücük çocukların her bir zerresine ciddiyet yapışır. Hayallerinde kullandığı kırmızı Ferrari’nin gerçeği için çalışması, çok para kazanması gerekir. Hayat misket oyunundan üttüğü misketleri satarak kazanılamaz. Evcilik oyunundaki gibi değildir hayat. Ancak oradaki oyuncak bebekler gibi düzgün, yakışıklı ya da güzel biriyle evlenmelidir gerçek hayatta…  Okul zili çalar ve artık oyun devri kapanmıştır. Artık hayatın sunduğu en büyük oyunda, oyunun kumandanı olamadan en iyi şekilde rolünü oynayıp gitme zamanı gelmiştir. Kulağına büyük bir ebeveyn fısıldar “Oyun Bitti”.

Büyük oyunun içine girenler öncelikle bocalar. İçine girdikleri fakat garipsedikleri büyük oyunu öğrenmeye çalışırlar. Kavraması güç olmasa da bu oyun eskiden oynadıkları çocuk oyunlarına benzemez. Bazen huzursuzlanır, bazen hıçkıra hıçkıra ağlar çocuk. Ne yapacağını kestiremezsin. Bazen büyükler anlayamaz hemen doktora yetiştirirler çocuğu. Bakar bakar, o da anlayamaz. İlginçtir bu geçişte yara almadan kurtulan çocuk sayısı çok azdır. Bir süre sonra oyuna çok iyi alışır birey. Yalan söylemeyi, düzenbazlığı, ahlaksızlığı çabucak öğrenir. Sistemin açıklarını yakalayıp hareket edenlerin en başarılı olduğunu anlayan birey, taklide başlar hemen. Bazıları da oyuna kuytu köşelerden katılır, onlar henüz hiçbir şeyden haberdar değildir. Boşboş bakıp anlamaya çalışırlar.

Uzunca bir zamanını bu oyunun içinde geçirmek zorunda olan birey, bir süre sonra oyunun kurallarını kavramaya başlar. Artık hayatın tek gerçekliği bu büyük oyundan ibarettir. Onun için artık başarı ya da başarısızlık vardır. Sonucunda ya kazanan tarafta ya da kaybeden tarafta olacaktır. Büyük oyunun tadına varanlar artık hayatlarında küçük anlamsız oyunlara yer vermek istemezler. Küçük oyunlar sahte, içinde bulunduğu büyük oyun gerçektir. Gerçektende öyledir. Milyonlarca oyuncuya karşı, beş tane misket oynayan çocuk… Hangisi daha gerçekçi?

Yönetmenlerde, devamlı olarak bu büyük oyundan kesitler sunarlar insanlara. Büyük oyunun kuralları dışında çekilen filmler pek tutulmaz halk arasında. Onlar aslında hayatın eğlenceli yüzü, farklı bir penceresidir. Bu tarz oyun yazanlar hep yalnız kalırlar. Filmleri’ni beğenen birkaç hayranıyla hoşbeş ederler. O kadar. Diğerleri gibi milyonların izlediği, oyunun en önemli parçası olan televizyonlara çıkamazlar bir türlü. Hep köşede kalırlar.

Birde oyun yazanlar vardır hayatta. Bilgisayarda ki hackerlar gibi. Hayatın şifrelerini öğrenmeye çalışanlar. Genellikle bu insanlarda, senaristler gibi pek fazla sevilmezler. Kare bir masada ya da bir zindanda her nerede olursa olsun. Yeni bir oyun için çalışır onlar. Gün gelip oyunun kurgusu bittiğinde, diğer insanlara gel beraber oynayalım dediklerinde ya da oynadıklarında. Hiçbir oyun mutlu sonla bitmez ama hepsi mutlu son için yazılır. O oyunlar her zaman fikir bazında güzeldir.  Oysaki hiç biri gerçek oyundan güzel değildir. Gerçek oyun değiştirilemez, parçalanamaz, yasaklanamaz. Diğer bütün oyun müsvetteleri yasaklanabilir, yakılabilir. Hatta bunu üreten bir kafa küçücük bir halatta sallandırılabilir. Yeter ki büyük oyunun içindekiler zarar görmesin. Oyunun içinden birkaç kişi üzülse de onlarda oyuna ayak uydurmak zorunda olduklarından, sadece üzülmekle yetinirler.

Bir oyunun başarısı için içindeki oyuncuların, oyunculukları da son derece önemlidir. Onun içindir ki. Oyun yazan kişi oyuncularını dikkatle seçer. Öyle her oyuncu oyunda oynayamaz. Oyun kıymetlidir, oyun biriciktir. Fakat bugüne kadar büyük oyunun içinde sergilenen hiçbir oyun başarılı olamamıştır. Çoğu zaman oyunun içinde tatmin olan izleyici ya da oyuncu bir süre sonra her şeyi unutmuştur. Yeniden büyük oyuna dönülmüş.  Bazen oyunu yazanın yüzüne tükürmüş, bazen küfretmiş, bazen çıkıp gitmiştir. Bazen tüm müsvetteleri yakmış, bazen küçük bir darağacında sallandırmıştır senaristi. Hiçbir zaman başarılı olamayan oyunlardan geriye, oyuncuların, izleyenlerin kendi içindeki hayal kırıklıkları ve eskiye dönme istekleri,  senaristin bir yudum mutluluğu ve gözyaşları kalır…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com