Şüphe Tek Gerçektir
Bazen kederli bir hevesle, artık bir parçası olamayacağım gelecekte yazdıklarımı beğenenler çıkar mı, anlayan birileri çıkar mı diye düşünüyorum. Ne var ki ben o zaman çoktan ölmüş olacağım.
Hiçbir zaman evimde değilim. Kendi dışımdayım. Fırlatılmışım. Geleceğe dair korkular, arzular ve umutlar; duygularımı benden çalıyorlar. Asla kendim olamayacağım.
Mademki hayat böyle iki adım ilerisi bile görünmeyen sisli yalpalı bir denizdi. Mademki tesadüflerin oyuncağı olacaktık. Neden irademiz var? Göğsümüzü dolduran bu hisler ve kafamızda dönüp duran düşünceler neye yarar? Hayatın ve çevremizin bize verdiği şekli kolayca alacak kadar boş ve elastik olmak rahat yaşamak için daha makul değil miydi?
İnsanın kendini bile ikinci kez aynı durumda göremediği bir dünyada, tutarlılık peşinde koşanları hayretle izliyorum. Oysaki az sonra değişebilirim. Yalnızca bulunduğum hal değil, amaçlarım da değişebilir. Her şey değişebilir.
Bütün bu kaosu, boşluğu unutmak ve anlamak için kendimi yok ettim. Çünkü insan ancak anladıktan sonra birine, bir şeye nefret ya da sevgi duyabilir. Yalnızlığım sonunda beni kendine benzetti. Herkes gibi kendi gerçekliğine mahkûm etti. Düş dünyasında salınıp duruyorum. Bu acı tatlı hayat, gördüğüm rüyaların gerçekleşmeyeceği gerçeğiyle beni yüzleştiriyor.
Öyleyse akıl sandalına binelim. Akıl sandalında anlamadıklarımıza, karanlık gelenlere daha çok inanalım. Hiç şüphe etmeyelim inandıklarımızdan. Korku sarsın dört yanımızı, kaygı daraltsın perspektifimizi. Kendi mağduriyetimizle baş başa kalalım.
Oysaki akıl her zaman yanlışın karşısında biraz aksak biraz dolambaçlı ve sallantıda değil midir? İnsan aklı savunmasız ve kırılgan değil midir? Akıl kendi hastalığını bile teşhis edemez bir aciz değil midir? Soruyorum size.
Öfkeye kapılınca her şeyi olduğu gibi duymuyoruz. Ve birini sevdiğimizde birden, herkes çirkin görünüyor gözümüze. Duyularımız bile birbiriyle çelişiyor. Hangisine inanacağız?
Artık daha iyi anlıyorum ki. Akıl, insanın kendi için uydurduğu her biçim ve şekle girebilen bir araçtır.
O yüzden her gün her şeyi yeni baştan düşünmeliyiz. İnsan düşüncesi, sistemleri kırarak gelişebilir. Çünkü hiçbir sistem hayatı bütünüyle kapsayamaz. Her zaman biraz şüpheyle yaklaşmak gerek yaşananlara.
Yargılarımızı asla bize sunulmuş gibi görünen gerçeğin görüntüsüne bırakmamalıyız. Oysaki ne kadar kolay yargı dağıtıyoruz hayatla, insanlarla ilgili. Yargılarımız arttıkça sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi bir his kaplıyor içimizi…
Doğuştan hakikate ulaşamadıklarını fark eden ve en iyisinin herkesin kendi haline bırakılması olduğunu anlayan bireyler; hakikati bulduklarına inananların evrensel adaleti tesis etme çağrılarına asla boyun eğmezler.
Ancak hayatta öyle insanlar tanıyorum ki, kendilerinin olmayan inanışlar için, ne olduğunu tam olarak bilmedikleri fikirler için, gözünü kırpmadan ölüme gittiler. İnsanla bilgi arasındaki bağ koparsa, bilginin hayatla, değerlerle bağları koparsa “-izm” tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu tehlike insanı çevresindekilerle çatışmaya götürür. Ve götürdü. Bu dünyada insanın kendinde olan cehalet ve geçicilik kadar başkalarını zorlayacak bir şey görmedim.
Bu fani dünyada herkes mutlu olmak ister ve herkesin mutluluğu hoş görülmeye bağlıdır. Hoşgörü ise ahlaki bir seçim meselesidir. Tutum ve eylemlere bakarak anlaşılır. Bilhassa da eylemlere…
Hayvanlar doğanın kurallarına bizden daha iyi uyum sağlıyorlar. Doğanın belirlediği kurallar içinde ılımlı kalabiliyorlar. İnsanlar öyle mi? Bilmemenin cehaleti, bir süre sonra büyük bir vahşete, büyük bir hoşgörüsüzlüğe dönüşüyor.
Çünkü içimizdeki ses şöyle sesleniyor akla: “Eğer bilmek mümkün değilse, belki de hoşgörüsüzlük kötü bir şey olmayabilir…”
Oysaki akıl bilmiyor; doğru ya da yanlış arasında hüküm verilmesini gerektiren bir durum yoktur. Neyi öğrenirsek öğrenelim, veren de alan da insandır.
Dışarıda milyonlarca kendine has insan. Benim gibi düşünmüyor, benim gibi inanmıyor, benim gibi görmüyor. Hepsi kendi kişiliğiyle, kendi örneği içinde değerlendirilmeyi bekleyen milyonlarca insan var…
Kişinin kendi öznel gerçekliğini başkası üzerine dayatmaya çalışması, dünyadaki anlaşmazlıkların, çatışmaların ve savaşların en önemli sebebi.
Bunlar benim düşüncelerim. Yalnızlığın düşünceleri. Yani iğnesi kırılmış bir pikap gibi cızırdıyor ve ötede beride duyulmuyor. Düşünürün dediği gibi “insan kendi ördüğü anlamlar ağına takılmış bir hayvandır.” Ve asla bu tutsaklıktan kurtulamayacağız…
Alican Özer
ozeralican@hotmail.com
Michel de Montaigne’ne saygıyla…