Posts Tagged ‘ sevişmek ’

Olduğu gibi sevmek

Elimi ellerinin arasına alıp, sıcacık göğüsüne sımsıkı bastırdı. Uzun siyah saçlarını okşadım. Sıcaklığını içimde hissediyordum. Yüzüme döndüğünde dudaklarımız buluştu. Son içtiği sigaranın tadını tattım. Herşeyin bir anda güzelleştiği dakikalar başladı. Dudaklarından, boynuna inerken zeytin gözlerine baktım. İsteksiz gibiydi, gergindi. Gerçekten sevişmek istiyor muydu, yoksa ilişkiyi kurtarmaya mı çalışıyordu? Anlamadım. Kulağımı göğüsüne dayayarak bir süre kalp atışlarını dinledim. Memeleri arasında çırpınan kalbi, sevemediği bu hayattan mutluluk ister gibiydi. Dudaklarım boynunda gezinirken sıcak nefesini hissediyordum. Ona sarıldım ve gün doğdu. Güneşin sıcaklığı odanın içini doldurdu. O anları hiç unutamam. Öyle mutluydum ki.

Günler geçti. Birbirini takip eden anlamsız buluşmalar, sohbetler, gezmeler… Sanki bir şeyler saklıyor gibi sessizdi. Sanki hayatı hiç bilmeyen bir bebeği avutuyor gibi sakindi. Sanki hiç karakteri, düşüncesi yokmuş gibi tarafsızdı. Sosyolojik düzende oturtulduğum profile uygun bir erkeğin isteyebileceği kadın rolünü oynuyordu. Ancak bu rol için giydiği elbise üzerine dar geliyordu. Gerçekliğini gördüğümü söyleyemem ama eminim ki o gerçek benliği değildi. Kötü bir his sardı içimi. İçimdeki aşk giderek sönmüş, yerini tensel bir zevke bırakmıştı. Geceler boyu düşündüm. Sigaranın, alkolün ve arkadaş muhabbetinin bile keyifli gelmediği günler geçirdim. Beynimde çözülemeyen sorunlarla. İçim bas bas bağırıyordu. Bazı günler vücudum geriliyor ve titriyordu. Uzun geçen günlerde severek ayrılmanın zorluğuna katlanmaya çalışıyordum.

İçim şöyle diyordu: Eminim o da beni çok sevmişti. Ancak sadece beni değil. Diğerlerini de çok sevmişti. Çünkü kocaman bir yüreği vardı onun. Sevdiklerini kendi karakterini göstermeden, oynadığı rolle yanında tutmaya çalışan bir yürek. Onda aşkı yaşamaya ve bağlanmaya yetecek cesaret yoktu. İşte ben buyum, buradayım ve seni seviyorum diyecek cesaret yoktu. Zaten en başta söylemişti. Aşkı yaşamaya olmayan cesaretini “içimde böyle bir şey var” diyerek normalleştiriyordu. Belki de arkada bıraktığı, unutmak istediği, kırgın bir geçmiş kendini bu kadar yok saymasına sebep oluyordu. Belli ki aklında başka insanlar da vardı. O sevdadan çok gönül eğlendirmeyi istiyordu. Mutsuzdu ve içinde yaşamdan ne istediğini bilmez bir huzursuzluk vardı. Bencildi. En yakınlarını, arkadaşlarını bile sevdiğinden emin değildim. Bağımlıydı, sigaraya, alkole ve aşklara… Sadece kendi sevilsin, beğenilsin istiyordu. İçinde dindirilemeyen bir beğenilme duygusu olduğunu gördüm. Sanki maddi hayatla bir alıp veremediği vardı. Belki de o yüzden aşkın manevi yanı değil hep maddi yanı gelişti.

Seviyordum ve öldürmem gerekiyordu içimde. Çünkü aşkın onuru korunmalı. Ancak ben de darmaduman olmuştum. Ondan ayrılırmaya karar verirken bir araştırmaya giriştim sevdam üzerine. Sanki ondan kopmak için tatmin edici bir bulgu arıyor gibiydim. Kurduğum teorileri tek tek sınadım. İçimde ölen aşk ateşinin korlarını söndürmek çok zor oldu. Herkes sevdiğini güzel şekillerde hayal eder ya aklında. Pek başaramadım. Öldüremedim onu.

Yine aşkı kutsayıp, çıkan bulgulara hiç inanmadım sevgilim. İçimde baştaki hayalin ve duygularınla kaldın. Acımı içime sakladım. Çelişkiler içinde kendimi yedim, bitirdim. Beynimdeki harbi durduramadım. Hep sen haklı çıktın. Çünkü sevmişti seni deli gönlüm.

Çünkü sevgili olduğu gibi sevilmeliydi. Ancak benim bu sefer dengem şaştı ve bu sevdadan gidiyorum… Hoşça kal canım benim. Hoşça kal!

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

 

Değersiz

Değersiz

Karanlık odamı ay ışığı aydınlatıyor. “İnsan kötüdür, tembeldir, sülüktür” yazıyorum not defterine. Sessiz gecede düşüncelere dalıyorum. Telefonuma düşen bildirim hayallerimi bozuyor. Uzanıp tamamen kapatmak için alıyorum telefonu. Bildirim Ayşe’den gelmiş. İstanbul’da başka bir adamla çekilmiş fotoğrafını göndermiş. Gizli bir hoş çakal mesajı bu.

Telefonu bir kenara fırlattıktan sonra yatağa gömülüyorum. Yüzlerce rüya gördükten sonra nihayet uyanıyorum. Rüyalarımın birinde herkes üzerime çökmüş beni öldürmek istiyor. Kaçmak istiyorum ancak etrafımda kaçacak bir delik bile yok. Boğuluyorum boğuluyorum…

Şehrin kalabalık otobüslerinden birine biniyorum. İnsanlar arasında var olma mücadelesi verirken, bir arkadaşım arıyor. Sesi titriyor. “Beni bıraktı” diyor. Uzun uzun susuyor. Sonunda oturacak bir yer buluyorum. Ayaklarım zar zor sığıyor koltuğun arasına. Sağ tarafımda biçimsiz vücutlu, orta yaşlı bir kadın oturuyor. İstemsizce o tarafa doğru bakmaya başlıyorum. Ancak herkesin sol tarafta duran güzel vücutlu, pembe etekli kadına baktığını fark ediyorum. “Yeni işini bulduktan sonra çok değişti” diyor arkadaşım. “Artık beni beğenmiyor ve yeni erkekler bulmak istiyor. Son birkaç aydır belliydi zaten. Dün arayıp ayrılacağını söyledi.” diyor. Bir anda sağ tarafta oturan orta yaşlı kadın otobüsten inmek için ayağa kalkıyor. Kadına o kadar dikkatli bakıyorum ki,  üzerime bir şey mi dökülmüş der gibi tişörtünü kontrol ediyor. Pembe etekli kadın kadar umarsız değil, belki de cesareti yok. Belki de aklına çok güveniyor, içgüdülerinin kollarına bırakamıyor kendini. Usul usul iniyor otobüsten. “Şimdi nasıl bir ceza vermeliyim ona? Arayıp korkutsam mı? Yoksa tekme tokat dövsem mi? Sen bilirsin bu işleri devlet ne yapabilir bu durumlarda bana?” diyor. Susuyorum. “Ben bu adaleti bilmem, bilemem. İnsanın kendi adaletinde hoyratlığı ve kendini tatmin etmek var. Devletin adaletinde devletin hoyratlığı ve devleti yüceltme var. Ben bir korkağım ve bir güçsüzüm, bana sorarsan ben kadını tamamen kendi haline bırakırdım.” diyorum. Hat kesiliyor. Son cümlelerimi duyduğundan emin değilim.

Şehrin nadir ağaçlık alanlarından birini seçip, kavak ağacının altına uzanıyorum. “Sevişmek de afyon artık.” yazıyorum deftere. Gün geçtikçe o ilk sevişmelerin plastikliğini anlamaya başlıyorum. İçimdeki hayvanı çıkarmamı isteyen kadınları sadece oyun yapıyorlar sanıyordum oysaki. Alçak bir maskeymiş onlarda.  “İlmime de, bilgime de, ahlakıma da, merhametime de kimsenin ihtiyacı yok. Herkesin ihtiyacı olan sonsuz itaat, işe yarar bilgi, sonsuz güç istenci. Onları karınca gibi ezmeliyim.” yazıyorum deftere. İçim geçmiş, yarım saat sonra uyanıyorum. Gördüğüm rüya etkiliyor beni. Kapağını çıkarıp kalemin “Dünyanın kötülüğü masumları da damgalıyor” yazıyorum deftere. Hayatın içindeki yaratılmış bu kötü kader, mantığa ve akla hiç sığmasa da kötülüğe doğru yöneltiyor insanları. Hak yemenin, güç uygulamanın, hükmetmenin yanlışlığını bile bile her şeyi yaptırıyor. Geriye kalan “Tanrının bizi affedeceği” tesellisinden başka bir şey değil. Telefonum çalıyor. Arayan annem. On yıldır hiç yüz yüze görüşmüyoruz. Babamdan ayrıldıktan sonra Fransız bir adamla evlendi. Fransa’da yaşıyor. Yarın sabah Ankara’ya geleceğini bildiriyor.

Sabahın erken saatinde uyanıp havaalanına gidiyorum. Annemle kucaklaşıyoruz. Bavulunu arabaya taşırken uzunca bir süre susuyoruz. Yılların verdiği bir soğukluk bu. Arabaya biniyoruz. “Nasılsın?” diye lafa giriyor. “İyiyim” diyorum sadece. Uzun bir sessizlikten sonra “sen nasılsın?” diyorum. “İyiyim bende” diye başlıyor. Eşiyle beraber yaptıkları seyahatleri, aldıkları evleri, yeni doğan çocuklarını anlatıyor heyecanla. “Bu araba senin mi?” diye soruyor sonunda. “Hayır, kiraladım bugün için” diyorum. “Sen ne iş yapıyorsun?” diye soruyor. “Garsonum” diye cevap veriyorum. “Sen mühendislik okumamış mıydın?” “Evet, ama o işte çalışamadım. Garsonluk bana yetiyor.” diye cevap veriyorum. “Sen zaten neyi okudun ki? Hep kendi kafana göre bir yaşam yaşadın. Bak kaç yaşına geldin hala bir düzenin bile yok.” diye sessini yükseltiyor. Eve varıyoruz. Tek odalı evimde onu rahat ettirecek bir yaşam yok. Onun yaşantısını onurlandıracak bir çift lafım yok. Ertesi sabah uyandığımızda annem “Dayının oğlu Nevzat’a götürür müsün beni? Kentpark sitesinden yeni ev almış. Oğlan o kadar almış yürümüş ki geçen gün bir dergi kapağında çıkmış Facebook’ta gördüm.” diyor heyecanla. Nevzat kadar heyecanlandıramıyorum onu, onun gözünde bir aylaktan başkası değilim. Yıllarını geçirdiği adam babamda heyecanlandırmıyor onu. İki sokak ötemizde oturuyor ancak aklına bile gelmiyor.

Uzun bir yolculuktan sonra Nevzat’ın ekstra güvenlikli, son model evine varıyoruz. “Bye bye” diyerek iniyor arabadan. Bu belki de ölmeden önce son veda. Son kez bakıyorum belki de hızlı ve heyecanlı yürüyen annemin arkasından. Bir rüzgâr esiyor gönlümde, göğsümün sağına soluna dağıtıyor efkârını. Birkaç damla gözyaşı iniyor gözlerimden. Birkaç dakika sonra kurduğum bir hayale kapılarak unutuyorum. Bir gülümseme kaplıyor dudaklarımı.

Eve geldiğimde akşam ezanı tüm odayı dolduruyor. Muhtarın mahalle hoparlöründen yankılanan sesi odayı dolduruyor. Açık kalan televizyonda bir diktatörün sesi odayı dolduruyor. Çöp kamyonunun motor hırıltısı odayı dolduruyor. Uçakların sesi odayı dolduruyor. Mahallede vurulmuş bir çocuğun kan kokusu odayı dolduruyor. Kirli hava odayı dolduruyor. Annemin parfümü odayı dolduruyor. Kulaklarım çınlıyor. Kendimi kanepeye zor atıyorum. Annem terliklerini kapının girişinde unutmuş. Mutfağın musluğu şıpır şıpır damlatıyor. Ay yeniden doğmaya hazırlanıyor. Kalemi çıkarıp “Tüm değerlerim süpürülmüş. Artık kendine dost, herkese yabancı bir adamım ” yazıyorum deftere. Yanımdaki yastığa sıkıca sarılıyorum.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

93061913

Saf Sevişenler

Saf Sevişenler

Sabah erkenden uyandım. Hapsedildiğim odamın perdesini kaldırıp gökyüzüne baktım. Eminim şehrin cezaevlerinde yatanlarda sabah ilk iş benim yaptığım gibi gökyüzünü görmek istiyorlardır. Çayı koydum. Peyniri tenekeden çıkardım. Oksijen almak için pencereyi açtım. Sıcak yüzüme üfürdü. Boğazım kurudu. Musluğa meylettim. Ağzımı çalkaladım. Geriye klor tadı kaldı. Peynir tatsızdı. Ekmeği tek başına yiyemedim. Kabuğunu peynire sardım. Telefona sarıldım. Şirketi aradım. Hastayım gelemeyeceğim bugün dedim.

Çok sıkılmıştım. Bu hapishane gibi evlerden, trafikten, şirketten, insanlardan… Haritayı açıp şehrin en ağaçlık yerini aradım. Balık istifi otobüse bindim. Tıpkı poşetler içine doldurulan süs balıkları gibi, kilometrelerce ötedeki satış yerime ulaşana kadar ölmezsem bir değerim kalacaktı. Şoföre “günaydın” dedim. Dönüp bakmadı. Herkes telaşlıydı. Yaşlıların yüzünde bile mutluluktan eser yoktu. Klima son hızda iğrenç kokusuyla yüzüme üfürdü. Otobüsten indim, egzozuna boğuldum. Ağaçlık alana düşünmeden daldım. Ağaç diplerinde sevişen çiftler gördüm. Aldırmaz tavırlarla geçip gittim yanlarından. İlerde çocuklar elma ağacından elma düşürmek için ayakkabılarıyla ağacı dövüyorlardı. Bekçi düdüğünü öttürerek girdi ağaçların arasına. Sevişenler duymadı, çocuklar duymadı, ben de duymadım onu. Belki maaşını ödeyen en güçlüden bir güç alsa hepimizi yok edecekti, susturacaktı çocukları ve sevişenleri. Doğru söyleyenleri susturdular. Kuşların cıvıltısına bıraktık kendimizi.

Sevginin ve cinsiyetlerin bile pazarlandığı bir çağda yaşıyoruz. Bir erkeğin, bir kadının değerini bile piyasa belirliyor. Bir kadının neresine bakman gerektiğini, bir kadının neresini süslemesi gerektiğini, bir erkeğin nasıl olması gerektiğini… Aynen bu yediğimiz, içtiğimiz, yaptığımız şeyler gibi bunları da birileri seçiyor ve böyle yapmalısınız diyor. Sonra oradaki zaaflar üzerinden akılsız ve anlamsız bir yaşamı başlatıyorlar. Bizi birbirimize pazarlarken kendileri öylece oturup rantımızı yiyor. Bir patırtı koptu birden baktım çocuklar birbirine girmiş. Biri diğerine yumruk attı, diğeri onu tokatladı. Elmaları paylaşamadılar.

Bir sürü hayatı çok anlamlıymış gibi ortalarda dolanan erkek ve kadın. Çok farklıymış gibi kendilerini koydukları yerden altta kalanları beğenmiyor. Alttakiler üsttekilerden, üsttekiler alttakilerden korkuyor. Alttakiler üsttekilere imrenerek bakıyor, üsttekiler alttakilere bakıp şükrediyor. Bu oluşan hiyerarşinin her katında insanlık için bir hüzün yatar.

Kuş cıvıltıları artıyor. Aziz toprağı biraz daha kucaklıyorum. Sevgililer daha çok yaklaşıyor birbirine. Kadınla, erkek tıpkı televizyon filmlerindeki kadar birbirine uygun… Arı bir sevişme hayal etmişimdir hep. “Bu kadınla adam ne kadar saf sevişiyorlar?” diye düşünüyorum. Boş veriyorum sonra bu anlamsız ve sonuçsuz düşünceyi. Bugüne kadar seviştiklerimin hiçbirinin saf olmadığını zaman ortaya çıkardı. Bu vahşi düzen birer birer saflığı ve masumiyeti elimden aldı. Oysaki o kadınlar ne kadar da saf sevişmeye uygunlardı. Ah yalanlara kanmasalardı, bana ve saf sevişmeye gerçekten inansalardı…

Rüzgâr esiyor kafamdaki maziyi silip atıyor. Oynayacak bir oyun kalmamışsa hayatta ya da oynanan tüm oyunların kuralları sana yanlış geliyorsa. Oynama. Öylece bekle ve masumiyetine sahip çık. Nefsin isteği kısıtlı bir zaman, nefsin doyumu bir saniye… Korkusuz, güzel ve mutlu bir dünyanın varlığı tıpkı cennet gibi ebedidir.

Daldan bir elma düştü yanı başıma. Uzandım aldım bir ısırık attım. Mutluydum. Hayatta her şey savaşla kazanılmaz. Bazen sadece bekleyenlerde kazanır. Bekleyenlere ve saf sevişenlere inanıyorum. İnanıyorum ki dönüşümü saf sevişenler yapacak.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

enhanced-buzz-wide-20996-1424355464-9

 

Sevişmek Mümkün Olsa

Sevişmek Mümkün Olsa

“Aşk örgütlenmektir bir düşünün ağabeyler” dedi Ece Ayhan baba. O sebeple çok geç anlaşıldı bu ülkede. İki binli yılları hızla, hatta olağanca hızla bitirmeye çalışırken bir halk isyanında duvarlara kazındı. Oysaki aşksızlık, örgütsüzlük öyle mi? Nasıl nakşedildi kolayca küçük bedenlere. Büyüdü fidanlar nasıl iyi dövüşçü oldular, nasıl iyi yalnızlaştılar… Aşksız, arkadaşsız ve insansızca, kimisi bir köşede vücudunu jiletledi, kimisi beynini uçuran dumanı çekti, kimisi de cinselliğini bir köşe başında sakatladı. Hepsi vicdansız Tanrılarının halka sunduğu vicdansız yaşamın kurbanları… Neyse ki tarih bize şunu çok iyi gösterdi ki. Tanrılar, köleleri kadar sefildirler. Onları da köleler karşısında rezil etti.

Ana rahminin o kat kat korunaklı yapısı… Doğarken akıl sahibi olsam hep orada kalmak isterdim. Yalnızlığım, ilk nefesle başladı. Anne memesi, anne kokusu, anne sütü beni bu yaban hayata alıştıran… Sonra sıcak bir yuva, ailedir o günlerden bugüne unutamadığım. Aile kuşkusuz en canlı, en önemli, en yumuşak kucaktır insan yaşamı için. Sevgiyle kurulur, sevgiyle örülür. Büyüdükçe yine aile ama bu sefer mahalle, arkadaşlar ve sevgililer her biri insanı ana rahmi gibi korumalı ve ısıtmalı.

Sezaryeni keşfettiler ve bu yapı bozuldu. Ana rahmini parçaladılar, sonra her şey ana rahmi gibi harap edildi. Sabırsız, acısız ve emeksiz bir yaşamdı bize sunulan. Yalnızlaşan insan resminin ilk çalışmaları… Ana rahmini kesen ilk neşteri gördüğünde insan, kuşkular içinde düşmanlarını belirlemeye çalıştı. Sonra beynine zerk edilen binlerce yasaklar yığını. Oysaki her yasak, bir bireyin kişiliğini reddedişidir. Tek tipleşmedir. Ardından kuşkusuz yasağı delme arzusu başlar ve yasaklar gibi güzelce tanımlayamayacağımız boyutlarda suçlar. Bunun sonucu olarakta “Günahları Bağışlama Enstitüsünü” kurdular. İnsan yalnızlaştı ve bencilleşti. Gönül doğrularını, gönlünü kapattılar insanların.

Sevgisizlik ve yalnızlık köleleştirmenin en değişmez kuralıdır tarih boyu. Yalnızlaşan ve diğer yalnız bireylerden gördüğü bencillikler, kötülükler sonucu yaralanan insan, kıçına çivili kazık batırılan öküzler gibi fütursuzca nereye koştuğunu bilmeden öfkeyle gider. Onları sakinleştirmek ve uygun bir rahim yaratmak lazımdır. Bazılarınaysa kara kara duvarlar, hapishaneler. Önce bir Tanrı yaratılır ve yalnızlığı unutturacak kalabalıklar. Ardından büyük savaşlar, yalandan zaferler. Birey tamamen yok olur. Sevgi tamamen yok olur. Artık sadece kalabalıklar, kalabalıkların başında Tanrılar ve o Tanrılara iman eden köleleri vardır. Oysaki gerçek Tanrı, inanış ve ütopik devlette ancak sevgiyle, biraz kalp, biraz beyin ama yine çıkarsız ve sorgulayan sevgiyle bir yapı, bir düşünce inşa edilebilir.

İnsanların kalplerini öldürdüler. Beyni getirip kalbin önüne koydular. En baştan belliydi ya beynin sakatlığı çok geçmeden anlaşıldı zaten. Fakat o günlerden geriye aşktan ve aşkın gücünün gerçekliğinden daha üstün daha inanılası ve daha karmaşık bir gerçeklik kaldı. O da kaldırıp kılıcını aşkı öldürdü. O gün bu gündür insanlık yapay zaferlere öldüresiye inanır ve libidosunu kabartmak için bu amaca yönelir. Şimdilerde her yanda aşkı ve sevgiyi yalanlaştıran gerçekliğin kol gezmesi işte ta bu zamanlara dayanır.

Geçen gün güzel bir kadına rastladım. Uzun saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, muhtemelen yirmili yaşlarında güzel bir kadın… Gözlerine baktım, o da bana bakıp gözlerini kaçırdı. Sonraki günler tekrar karşılaştık. Hatta birinde otobüste yan yana bile oturduk ama ilk konuşmayı yapma cesaretini bulamadık belki de kendimizde. Yine güneşli bir yaz sabahında süt almak için markete girdim. Kasaya yöneldim. Kasada başı öne eğik güzel bir kadın. Parayı verirken de, sütü poşetlerken de yüzü öne eğik. Biraz dikkatle bakınca o güzel gözleri gördüm. O tatlı bakışlarını, ince dudaklarını, küçük kulaklarını. Tüm zarafetiyle sabah güneşinin arkadan tesiriyle parıldıyordu. Hangi gerçeklikti gizlenmesine sebep olan? Aşk mı, eşsiz güzelliği mi, kadınlığı mı yoksa itibarsız bir meslek mi, parasızlık mı, sosyal statüler mi? İkinci grupta söylediğim yaratılmış gerçeklikler mi? Hangi lanet olası imgeye âşık olabilirdim? Sadece aşk, sevgi gerçekliğine sarılıp onu bir kat daha sevdim. Zengin, fakir, zayıf, kilolu… hepsi ama hepsi aynı sevgiyi hak ediyor. Sevgili, sevgiyle güzel bir imgeye dönüşüyor benliğimizde.

Herkes hayattaki ciddi şeyleri başaramamaktan muzdarip, soyut soslara bandırıp bandırıp dert yanıyor. Oysaki hayatı berbatlaştıran hayatımızdaki ciddi şeyler değil, sadece sevgisizlik. Erkek ve kadın dünyadaki en boktan model “erkek diktatörlere” dönüşürken, tüm bunların, tüm suçların ve kötülüklerin başı sevgisizlik… Kadınlar erkeklerin berbat zevklerine göre şekilleniyor. Boyalı kadınlar, topuklu kadınlar, ah güzel kadınlar. Sanki bir çılgın gelse ve savaş açsa, düzen bozulsa ilk elden onlar ölecek gibi. Sonra kuşkusuz âşık erkekler ölürdü bir kurşun bile sıkamadan savaş meydanlarında.

Oysaki sevişmek mümkün olsaydı ve ağabeyler aşkın, örgütlenmenin gücünü anlasaydı. Her şeyin, herkesin ötesinde kuralsız ve yalansız bir sevişmek mümkün olsaydı. Koşullar namüsaitken bile içten bir “Seni Seviyorum” diyebilseydi insan. Tüm sevenler öpüşüp, koklaşıp, sarılabilseydi mesela. Rütbeler takmadan, kurallar koymadan gönülden bir sevmek mümkün olsaydı. Ergenliğe giren çocukları öldürmeseydik… Bunların hepsi gerçekten sevişmek mümkün olsa dedirtiyor insana.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Deluxe-I-Figurative-Art-Print-Vogue-Woman--ACO-5815

Koyu Kırmızıdır Kan

Koyu Kırmızıdır Kan

Tanrım nedir bu burnumdan akan kan? Damarlarımda dolaşan kanı hissedebiliyorum. Uzağımda sandığım, sen mi geldin? Kollarımı açtım sana. Seni bekliyordum yıllardır büyük bir korkuyla. Savundum hep kendimi, sen gelmeyesin diye telefonlarına çıkmadım. Bir şeyler bırakmak istedim geriye. Bir canlı, benden geriye kalan bir beyin, beni hatırlayan bir şeyler.

Anlamaya çalıştım seni. Yaşamak istedim. İnsan kalbi hızlı atmaya başlayınca anlar bu duyguyu. Hızla atan bir kalp aniden durabilir. Sevişmeyle hızla çarpan kalbimin, damarlarımda hissettiğim kanın, sonunda yeniden hayatta olduğuma şükrettiğim dakikalarını sevdim. İçimdeki enerji, ruh ya da her neyse ölüme yaklaştıkça beni biraz daha mutlu ediyordu.

İçimde durduramadım hayvansı dürtüler. Sevişmek, çalmak, koşmak, atlamak, isyan etmek gibi duygularımı bastırabildiğim ölçüde insan sayıldığım bir düzende. Bir takım kamçılamalar sonucunda ehlileştim.

Şimdi artık kim durduracak bu çılgın bedenimi. Belki soğuk bir kış akşamı, tek başımayım. Belki bir yatakta ya da sokakta seninle bir olmuşum. Yaşıyorum dediğim anda, artık burada ölebilirim dediğim anlarda. Yani bütün zırhımı sokaklara döktüğüm ve gardımı birine karşı indirdiğim dakikalarda, kalbimin hızla atışı karşısında çaresizce sevinçlerimi içimde yaşadığım o güzel anlar.

Bazen bir kahve kokusu, bazense ağır bir sigaradan, bir nefes… Dağın doruğundan ovalara bakmak gibi…

Hayatımı doldurdum işte. Bir sürü gerekli olan şeyle. Her basamağı adım adım atladım. Özgür olacağımı düşündüğüm dünyam için. Her kazanışta biraz daha özgür olduğumu zannettim. Militarist düzenlere küfrettim. Egemen güçler dünyasında hep daha güçlüsü olabilmek için, hiçbir zaman sahip olamayacağım bir gücü düşledim. Ya da isteklerimin sınırlı olacağı bir zaman diliminde, rahat etmek içindi çabalarım.

Tanrım ben iyi bir insan oldum hep. Bu burnumdan akan kan nedir şimdi? Zamansız mı yakaladı ölüm? Ben her işimi zamanında yaparken… Tanrım adaletli ol ve çek şu kanı içime. Delicesine akmadı bu kan bu bedende. Kan usulca akar. Kan kırmızıdır. Kan kıvamlıdır.  Hayata siyah beyaz bakan bir boğa bile kırmızı kanı görebilir. Kan akmazsa dibine çöker. Sulardır hayatı yönlendiren. Su yokken kan var olamaz. Kan lekeler, su temizler. Su bir yolunu bulur, kanın damardan başka gidecek yolu yoktur.

Dünya üzerinde durduramadığım kan akışı. Damarlardan dışarı süzülen kanlar. Kanı sevdim ben, beni mutlu eden kan, kimi zaman bir ovayı sular, kimi zaman istekleri belirsiz kalbimi. Hep daha fazlasını isteyerek suladım kalbimi. Burnumdan süzülen kanlar ondandır. Yıllarca tutmaya çalıştığım. Pıhtı pıhtı burnumdan dökülen koyu kırmızı kan…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Sigara Ve Sevişmek

Sigara ve Sevişmek

Sıkıcı ve boğucu işlerin ardından bir nefes çekiyorum sigaramdan. Zorunlulukların verdiği zorlukları alıp götürüyor birden. Hayallerimin olmayışlığını, garip bir sakinlikle dindiriveriyor. Bir nefes daha çekiyorum ondan, karbondioksit doluyor bembeyaz ciğerlerime, bembeyaz sayfamı kirleten hayat düzeni gibi…

Film izlerken beni en çok iki sahne etkiler. Birisi birbirini seven ve sevişen insanlar, diğeri ise sigara dumanını içine derin derin çeken bir insan portresi. Seven ve sevişen insanları gördüğümde ölmekten korkarım. Sanki unuttuğum bir şeyi hatırlamak gibi. Ölümün romantik yanlarını düşündüğümden tam iki insan sevişirken ansızın ölüm gelir aklıma. Can veren sıvının vücudumdan koparılışında duyduğum hazzı ölürken de hissedeceğimi zannederim hep. Sevmek ve sevişmek belki de insanoğlunun ortak tek noktası. Bireysel hazların buluştuğu tek nokta… Çünkü herkesin atan bir kalbi, yalnız bir bedeni var. Bahşedilen koca bir dünyada yapayalnız ve aylakça dolaşmak bazen güzel gelebilir insana ama sonunda yine başka bir kalbi arar. Onu çok seven bir kalbi…

Sevgiyi ve sevişmeyi aramak mı dedim? İnsan en sevdiği şeyi başarmak için mi çabalamalı? Hayır, içinde yaşadığım sistemde sevgiyi aramak yerine parayı aramak en hayati şey. Mecburen günümün yarısından fazlasını sevgiyi aramak için parayı arayarak geçiriyorum. Bazen yirmi dört saatlik zaman diliminde yirmi beş saat çalışarak ölüme meydan okuyorum. Hiç gelmeyeceğini sandığım ölüme… Hep korktuğum hastalıklara meydan okuyorum. Oysaki biliyorum ki bir yumrukla beni yere indirecek. Sağlıklıyken aramadığın sevgiyi hastayken mi arayacaksın be adam? Hayat geçiyor işte. Rutin zamandan çaldığım zamanların birinde, ne zaman sevişen bir çift görsem aklıma ölüm gelir.

Ne zaman uzun uzun ciğerlerini sigara dumanıyla dolduran bir adam görsem, ölüme meydan okumak gelir birden aklıma. Ölüme biraz daha yaklaşmak, ondan kaçmadığını belirtmektir aslında. Ölümden korkan bir yürek, ölümü içine yudum yudum çekemez asla. Günlük rutin ve bunaltılarla ölen kalp hücrelerimi ha ben sevgiyle beslemeyerek öldürmüşüm ha bir sigara dumanı öldürmüş. Ne fark eder. Pipoma uzanıyor elim. Yakıyorum ucundan…

Sevmek ve sevişmeyi, sigarayla ölüme gitmeyi, unuttuğum sihirli zamanlar var içimde. Hiç tanımadığım gizli saklı kalmış bir hayata bir bedene âşık olmak. Aşkta korkuları ve ölümü unutuyorum birden. Sanki gerçekten yeniden tüm kalp damarlarım kanla doluyor. Ansızın yeniden doğuyorum.

Aşkı bulamadığım yine rutin dakikaların birinde camla sevişen yağmur damlalarına bakarak pipomdan bir nefes daha çekiyorum…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

İnsan Düşlerde Sevişir Bazen

İnsan Düşlerde Sevişir Bazen

Ahmet yoğun geçen bir günün ardından, kalabalıklar içinden kendini sıyırarak sonunda eve varmıştı. İçeri girdiğinde, odayı dışarıdaki sokak lambaları aydınlatıyordu. Üzerindekileri özensiz bir biçimde çıkardı ve yere bıraktı. Güneşlikleri sonuna kadar çekti ve kanepeye uzandı. Kanepenin başucunda bulunan okuma lambasını yaktı. Biraz düşündü sonra tekrar kapadı.

Gözleri karanlık tavana odaklanmıştı. Beyni sonsuz karanlığın içinde bir gerçeğe bir hayale gidip geliyordu. Işığı yakıp yakıp söndürdü. Aklından gün boyunca gördüğü insanlar geçiyordu. Aslında hızla geçip giden bir türlü uzun uzun kalamayan insanlardı onlar. Erkekleri düşündü,  sonra kadınları. Kimilerini beyninde, kimilerini kalbinde, kimilerini de kasıklarında düşledi.

Bugün şirkette ilk kez gördüğü kız geldi birden gözünün önüne. Aslında birkaç andı onunla geçirdiği zaman. Sadece saniyelerle sayılabilecek zamanlar. Fakat âşık olmuştu vücuduna. Çok sevmişti, beğenmişti onu.

Birkaç gün geçmiş gibiydi. Zaman mefhumu kaybolmuştu sanki. Loş bir oda karşıladı onları. Etraf darmadağındı. Hiçbir şeye aldırmadan odaya süzüldüler. Ahmet kırmızı deri kaplı bir koltuğa yayıldı. Kız mutfaktan içecek bir şeyler getirmeye gitti. Dolapta sadece vişne suyu kalmıştı. Sıcak yaz gününde soğuk ne olursa içilebilirdi. Bardağı Ahmet’e uzattığında Ahmet bardağı elinin tersiyle itti. Yerinden doğrularak kıza doğru yöneldi biraz önce içtiği vişne suyuyla kırmızılaşmış dudaklarına yapıştı. Kalbi müthiş bir hızla atmaya başladı. Uzun bir süredir yaşamadığı bir duyguydu bu. Bardak kızın elinden düştü. Bembeyaz halıda kırmızı bir leke oluşturdu. Heyecandan titreyen elleri Ahmet’in sırtında buluştu. Birbirine kenetlenen iki göğüste atan iki kalp birbirini itiyor. Aynı zamanda vücutta oluşturduğu titreşimler heyecanı daha da arttırıyordu.

Ahmet uyandığında gün ışımamıştı henüz. Camiden ezan sesleri yükseliyordu. Akşam içtiği vişne suyundan şişmiş mesanesini boşaltmak için kasılmış bir halde tuvaletin yolunu tuttu.

Yine aynı hayat kalabalıklarından kendini soyutladığı bir günde, yine normal olarak insanları düşünürken… Aklına en sevdiği arkadaşları geldi birden. Beyni parıldadı. Geçirdikleri güzel günler geldi aklına bir anda. Heyecanlandı. Çocukluk anıları yeşerdi birden kafasında. Mutluydu. Bu gecede rahat uyuyabilirdi.

Işığı açıp kapattığı gecelerden birinde “ahlak” geldi aklına birden. Neydi bu ahlak neydi toplumun benimsediği kurallar? Bir şey’i beğenmek, bir şeye âşık olmak bu kadar zor muydu? Bir şeyi sevmek onu düşünmek için önce ona sahip olmak mı gerekiyordu? “Sahip olmak” diye geçirdi içinden. Sevdiğin bir arabaya, bir eve sahip olmak, hep durağan ve hiç değişmeyen… Sevdiğin bir ev eskidiğinde ona azalan sevgi gibi. Hiç bitmesini istemediği bir sevgi için bir insana nasıl sahip olabilirdi? Yanlış mı yapıyordu acaba? Doğal düzen hangisiydi? Beğendiği şeyin karşısında neden heyecanlanıyor? Neden titriyordu? Sevmek için illa neden mi olmalı? Yaş, boy, kilo koşullar bunlar mı belirlemeli?  Aşkı belirleyen neden dünya koşulları? Sevgi neden koşulsuz olamıyor? Bugün uyumamak için iyi sebepler vardı. Televizyonu açtı. Televizyonda bir belgesel dönüyordu. Belgeselde birbirine kur yapan maymunlar. Ve her bahar düzenli olarak polenini dişiye aktaran çiçekleri izledi. Uyuyakalmıştı.

Işık kapandı. Bugün kalbi ve beyni bir farklı çalışıyordu sanki. Kimyası bozulmuştu. Bu diğer günlerdeki düşünceler, diğer günlerde yaşadıkları gibi değildi. Bugün gördüğü o ince zarif kız. Aklından biran olsun gitmiyordu. Galiba âşık olmuştu. Peki, ne yapmalıydı? Uzun uzun düşündü.

Aslında bunun tek cevabı vardı. Son ışık sönmeden hala ışığı yakabiliyorken, aşka geç kalma. İnsanlar sadece düşte sevişir bazen. Güzeldir, ama gerçeği daha da güzel.

(Fotoğraflar Mehmet Turgut’a aittir.)

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com