Yalnızlık Hastası
“Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.” Carl Jung
Masada hüznün en büyüğü, masada yürek çöküntüsünün en derini, masada su gibi tertemiz gencecik insanlar vardı. Her birinin gözlerinde elem, kalplerinde derin bir korku vardı. Yaşadığı zamanın kıymetini bilemeden gelen bir gelecek korkusuydu bu. İyi bir okul okuma kaygısıyla başladı her şey. Sonraları giderek büyüdü ve küçücük kafalara sığmayacak hayallere dönüştü. Evi olacak mıydı, arabası, iyi bir evliliği, çok parası, acaba güzel bir geleceği olacak mıydı?
Biri çıkardı masaya hüznünü koydu. Derin bir sessizlik kapladı masayı. Her biri bir elbise giyinmişti üstüne, kimi Doktordu, kimi Hakim, kimi Memur. Hiç biri gerçekten duygularını koyamadı masaya. Şöyle bir derinden haykıramadı düzene karşı. Çünkü korkuyordu yaşamı ehlileştiren güçten daha çok düşüncede yalnız kalma düşüncesinden. Belki alay edilecekti, belki itelenecekti anlamsız oyundan. O zaman daha yalnız kalacaktı. Belki bu gerçekliğine inandırılan dünyası da kaybolacaktı. Aklını yitiriyor gibi olacaktı belki de. Bir doktora koşacaktı ya da haplara boğulacaktı. Uyuyacaktı, uyuyacaktı… Dostlarını anlamsız bir sevinç kaplayacaktı belki de, bu sevinci Tanrı’nın gücü korkutacaktı, yalandan bir hüzne boğacaktı. Çünkü sonunda hepsi biliyordu ki birileri kaybetmeden kendi kazanamayacaktı.
Kimimiz hadsiz bir Tanrı sevgisinde, kimimiz sigara dumanına boğulmuş rakı masalarında aradık kaybettiklerimizi ve hayatın anlamını. Aynı şekilde Tanrı’ya taptık, aynı şarkıları söyledik, aynı hareketlerde aradık hakikati. Öylesine bir gerçekliğe inandırılmıştık ki, kendi hayatını hiçe sayan eylemlere ve düşüncelere bile tapar hale gelmiştik.
Özgür değildik sanki. Hep önümüze koyulan hedefler, yeni projeler. Zamanla ayağımıza kadar getirilen yiyeceklere, uyduruk paralarımızı verip iki adım eve taşıyıp pişirmekten acizleştik, yeni bir çocuk yapmak dünyanın en zor işi haline geldi ve yaşamak daha bir ağırlaştı sanki. Kadınlar daha bir acizleşti, erkekler daha bir kahpeleşti. Kısacık hayatın sonunun biran önce gelmesi için bekledik. Anı hep ıskaladık…
Masada ağır bir tedirginlik ve korku vardı. Zaman gerçek duygularla su gibi akabilecekken, yalandan konularla ağır ağır aktı. Herkes saatlerine baktı. Ayrılma vakti gelmişti artık. Kaybolan sevgiler, aşklar, yaşanmamışlıklar kafamızın içinde kaldı. Güzel ve inandırıcı bir kurgu, şu yaşanan hayat… Hayatın sıkıcılığı bir bir ortaya döküldü. Özgür ve kalabalık pek çok yol varken, kendini yaşamın en üstüne koymaya çalışan yeni yaşama biçimleri serildi ortaya. Çoğunlukla bağnazlığa dönüşen ve makyajı şapır şapır damlayan suretlere dönüştürdü insanları. Kaybedilen noktada deliye dönüştürdü, bir canavara, yaratığa dönüştürdü insanları, hayrın ve şerrin idrakine varamadan.
Toplumun içinde kaybolan bir kimlik kadar acı veren bir duygu yoktur. Bu öylesi derinden bir duygudur ki, duyumsadığın anda başını döndürür. Kaybolan bir kimlik, reddedilen ve hiç yaşanamayacak bir zamanın habercisidir. Kaybolan kimlik varlığa en büyük hakarettir. Yaşam biçimlerine uyum sağlayan ve yasaklara inanan bir adam hiç yaşamamıştır. O meşru düzende yaşanan hayatlarda tıpkı bu masada oturanlar gibi ölüdür ve hiç gerçekleşmemiş yaşamları yaşayanlarda bir gün öldürülür.
Gecenin karanlığında, yıldızlara daldım ve ağır bir yalnızlık kapladı içimi. Telefonum çaldı. Telefonun ardındaki babam kardeşimin bugün bütün görevlerini başarıyla yaptığını, benimde fazla geç kalmadan eve dönüp uyumamı emretti. Tedirgin sesinde aylak hayatım ve geleceğimle ilgili derin bir kaygı vardı. Fazla konuşmadan kapadım telefonu, yanı başımda saracak kimseler yoktu. Öpüp koklayacak, sevecek… Bir erkeği öpsem, koklasam sapmaydım, bir kadına sarılsam öpsem suçluydum. Ancak kadınlığın ve erkekliğin pazarlanması mubahtı. Mesela parasını versem marketten satın alır gibi bir insanı satın alsam, ona günlerce işkence uygulasam uygun bir yaşam biçimiydi bu, bir kaderdi. Çünkü sevmek çok zordu. Gidip sevdiceği aramak, onu sevmek, koklamak… Hepimize tecavüz kolay geliyordu. Müstehcen filmlerde buluyorduk kendimizi, müstehcenlikten beslenen sözde muhafazakâr programları saatlerce izlemek hoşumuza gidiyordu. Ah o parayı bir yakalasak var ya, tecavüzü de satın alacaktık hemen. Artık masalarda hayatından memnun tavrı takınacaktık, paramızla övünecektik, takındığımız rütbeleri sergileyecektik. Karşımızdakine sinsice ben senden güçlüyüm diyecektik. Ona da düşünmeden tecavüz edecektik. Gel benim düşüncemden ol sana da biraz vereyim diyecektik. Büyük seçim sandıklarında paylaşacaktık yalnızlığı, kendimizi önemli hissedecektik, yaşıyorum diyebilecektik belki de. Gözlerimi kapadım yalnızlığımla uyudum o gece. Ben tanısı henüz konulmamış, ilacı yapılmamış bir yalnızlık hastasıyım.
Alican Özer
ozeralican@hotmail.com