Posts Tagged ‘ hakim ’

Yalnızlık Hastası

“Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.” Carl Jung

Masada hüznün en büyüğü, masada yürek çöküntüsünün en derini, masada su gibi tertemiz gencecik insanlar vardı. Her birinin gözlerinde elem, kalplerinde derin bir korku vardı. Yaşadığı zamanın kıymetini bilemeden gelen bir gelecek korkusuydu bu. İyi bir okul okuma kaygısıyla başladı her şey. Sonraları giderek büyüdü ve küçücük kafalara sığmayacak hayallere dönüştü. Evi olacak mıydı, arabası, iyi bir evliliği, çok parası, acaba güzel bir geleceği olacak mıydı?

Biri çıkardı masaya hüznünü koydu. Derin bir sessizlik kapladı masayı. Her biri bir elbise giyinmişti üstüne, kimi Doktordu, kimi Hakim, kimi Memur. Hiç biri gerçekten duygularını koyamadı masaya. Şöyle bir derinden haykıramadı düzene karşı. Çünkü korkuyordu yaşamı ehlileştiren güçten daha çok düşüncede yalnız kalma düşüncesinden. Belki alay edilecekti, belki itelenecekti anlamsız oyundan. O zaman daha yalnız kalacaktı. Belki bu gerçekliğine inandırılan dünyası da kaybolacaktı. Aklını yitiriyor gibi olacaktı belki de. Bir doktora koşacaktı ya da haplara boğulacaktı. Uyuyacaktı, uyuyacaktı… Dostlarını anlamsız bir sevinç kaplayacaktı belki de, bu sevinci Tanrı’nın gücü korkutacaktı, yalandan bir hüzne boğacaktı. Çünkü sonunda hepsi biliyordu ki birileri kaybetmeden kendi kazanamayacaktı.

Kimimiz hadsiz bir Tanrı sevgisinde, kimimiz sigara dumanına boğulmuş rakı masalarında aradık kaybettiklerimizi ve hayatın anlamını. Aynı şekilde Tanrı’ya taptık, aynı şarkıları söyledik, aynı hareketlerde aradık hakikati. Öylesine bir gerçekliğe inandırılmıştık ki, kendi hayatını hiçe sayan eylemlere ve düşüncelere bile tapar hale gelmiştik.

Özgür değildik sanki. Hep önümüze koyulan hedefler, yeni projeler. Zamanla ayağımıza kadar getirilen yiyeceklere, uyduruk paralarımızı verip iki adım eve taşıyıp pişirmekten acizleştik, yeni bir çocuk yapmak dünyanın en zor işi haline geldi ve yaşamak daha bir ağırlaştı sanki. Kadınlar daha bir acizleşti, erkekler daha bir kahpeleşti. Kısacık hayatın sonunun biran önce gelmesi için bekledik. Anı hep ıskaladık…

Masada ağır bir tedirginlik ve korku vardı. Zaman gerçek duygularla su gibi akabilecekken, yalandan konularla ağır ağır aktı. Herkes saatlerine baktı. Ayrılma vakti gelmişti artık. Kaybolan sevgiler, aşklar, yaşanmamışlıklar kafamızın içinde kaldı. Güzel ve inandırıcı bir kurgu, şu yaşanan hayat… Hayatın sıkıcılığı bir bir ortaya döküldü. Özgür ve kalabalık pek çok yol varken, kendini yaşamın en üstüne koymaya çalışan yeni yaşama biçimleri serildi ortaya. Çoğunlukla bağnazlığa dönüşen ve makyajı şapır şapır damlayan suretlere dönüştürdü insanları. Kaybedilen noktada deliye dönüştürdü, bir canavara, yaratığa dönüştürdü insanları, hayrın ve şerrin idrakine varamadan.

Toplumun içinde kaybolan bir kimlik kadar acı veren bir duygu yoktur. Bu öylesi derinden bir duygudur ki, duyumsadığın anda başını döndürür. Kaybolan bir kimlik, reddedilen ve hiç yaşanamayacak bir zamanın habercisidir. Kaybolan kimlik varlığa en büyük hakarettir. Yaşam biçimlerine uyum sağlayan ve yasaklara inanan bir adam hiç yaşamamıştır. O meşru düzende yaşanan hayatlarda tıpkı bu masada oturanlar gibi ölüdür ve hiç gerçekleşmemiş yaşamları yaşayanlarda bir gün öldürülür.

Gecenin karanlığında, yıldızlara daldım ve ağır bir yalnızlık kapladı içimi. Telefonum çaldı. Telefonun ardındaki babam kardeşimin bugün bütün görevlerini başarıyla yaptığını, benimde fazla geç kalmadan eve dönüp uyumamı emretti. Tedirgin sesinde aylak hayatım ve geleceğimle ilgili derin bir kaygı vardı. Fazla konuşmadan kapadım telefonu, yanı başımda saracak kimseler yoktu. Öpüp koklayacak, sevecek… Bir erkeği öpsem, koklasam sapmaydım, bir kadına sarılsam öpsem suçluydum. Ancak kadınlığın ve erkekliğin pazarlanması mubahtı. Mesela parasını versem marketten satın alır gibi bir insanı satın alsam, ona günlerce işkence uygulasam uygun bir yaşam biçimiydi bu, bir kaderdi. Çünkü sevmek çok zordu. Gidip sevdiceği aramak, onu sevmek, koklamak… Hepimize tecavüz kolay geliyordu. Müstehcen filmlerde buluyorduk kendimizi, müstehcenlikten beslenen sözde muhafazakâr programları saatlerce izlemek hoşumuza gidiyordu. Ah o parayı bir yakalasak var ya, tecavüzü de satın alacaktık hemen. Artık masalarda hayatından memnun tavrı takınacaktık, paramızla övünecektik, takındığımız rütbeleri sergileyecektik. Karşımızdakine sinsice ben senden güçlüyüm diyecektik. Ona da düşünmeden tecavüz edecektik. Gel benim düşüncemden ol sana da biraz vereyim diyecektik. Büyük seçim sandıklarında paylaşacaktık yalnızlığı, kendimizi önemli hissedecektik, yaşıyorum diyebilecektik belki de. Gözlerimi kapadım yalnızlığımla uyudum o gece. Ben tanısı henüz konulmamış, ilacı yapılmamış bir yalnızlık hastasıyım.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

mikus-lasmanis-homotography-errikosandreou-03

Kendine Tecavüz

Kendine Tecavüz

İğrenç bir koku var bu ışıksız, bu soğuk zindanda. Yine de umutluyum, güneşe kavuşacağımız günler yakın. On yılcık kalmış şunun şurasında. Aklımı tatile çıkarıyorum. Kâh bir dağ yürüyüşündeyim, kâh güneş banyosu yapıyorum. Zindanın dışarı açılan küçük penceresinden doğayı kucaklıyorum.

Zindana düşme sebebimi soracak olursanız, herkesin şu dakika bu mektubu okumaktan vazgeçeceği ve beni boğazlama isteğine kapılacağı kadar iğrenç bir sebeptendir. İşte böylesine zıt istekler içinde insanoğlu ancak bu suçumu hafifletmez tabi. Masum bir kadına tecavüzdür en büyük suçum.

Normali ve hakikati her zaman doğru ve düzgünler söylemez Hakim Bey. Ancak dünyada onların sözlerine inanılır. Benim gibi ayyaş, sapkın ve hayatın bir yerinde tuzağa düşmüş kişilerin düşünceleri hastalıklı algılanabilir. Ancak her hayat kendi normalleri içinde değerlendirilmelidir. Toplumsal normaller salakça bir yanılsamadan başka nedir?

Sıradan bir gündü, çayı demlemiş, tüm ofise çay dağıtıyordum. Bir anda tüm bina boşaldı. Herkes şehir meydanındaki büyük otelde yapılacak toplantıya gidiyordu. Koskoca binanın içinde ben ve bir kadın çalışan kalmıştık. Aldım bir çay götürüp masasına bıraktım. Sonra karşı sandalyeye geçip güzelce kuruldum, bir gazeteyi açıp okumaya başladım. Gazetenin yalan seli haberlerinin oluşturduğu yatay zeminin üstünden kadını süzüyordum. Kadının gözlerinde rimel, dudaklarında kırmızı bir boya vardı, yanakları al aldı. Ancak takıntılı bir tanrının yaratacağı kadar kusursuz bir güzelliğe sahipti. Aklımdan ahlaksızca bir sürü fikir geçiyor. Şuurum sanki yavaş yavaş kapanıyordu. Merhametliydi, sanki beni sevecek gibiydi. Bir o kadar güçsüzdü. Sanki ona biraz yaklaşsam sarılsam, öpsem, beni merhametle kucaklasa dünyalar benim olacak gibiydi ancak bütün bunlar da hayaldi. Hayatın gerçekliği içinde değersizdim. O nerelerdeydi, ben nerelerdeydim. Oysaki işte dünyanın bir noktasında, bir zamanda şans eseri karşılaşmıştık. Her neyse, onu boynundan yakalayıp şöyle bir tutsam, sonra tokatlasam ve çaresizliğin en dibine düşürsem, yaratacağım şiddet dünyasında belki benim olabilirdi. Belki oranın kralı ben olabilirdim, onun kralı ben.

Birden ayağa kalktım, bakışlarımdan tedirgin titrek ellerindeki bardağın içindeki çay bir o yana bir bu yana sallanıyordu, yaklaştıkça kalemi de elinden düşürdü. Yaklaştım ve boynundan yakaladım. Bir hamlede yere serdim. Çığlık atan dudaklarına elimin tersiyle ve düzüyle iki şamar indirdim. Kırmızı boyalı dudaklarından kanlar geliyordu. Kanlı ve zorba bir eylemdi ancak biraz sonra krallığımı kuracaktım. O anları tam anımsamıyorum ancak sonradan düşünüyorum. Gerçekten kurabilecek miydim? Bir insana sahip olabilecek miydim? Kafamda cevapsız sorular. Oysaki tarihte gerçek krallar önce öldürür sonra ölüleri gömer, ardından geride kalanları kandırırdı. Bu fetihte nasıl sulhu sağlayacağımı bilemiyordum. Çok geçmeden bütün vücudunu ele geçirmiştim. Kadın cansız bir ceset gibi yerde yatıyordu. Nefes alışverişinden yaşadığını anlayıp rahatladım. Gidip gelmeler sırasında tek hatırladığım yerde yatan kanlı yüzde kendimi görmem oldu. Ben aslında kendime tecavüz ediyordum. Tarif edilemez bir duygu kapladı bedenimi. İlk boşalmadan sonra hızla üzerinden kalkıp ofisten çıkıp kapıyı kapattım. Gidip bir sandalyeye oturdum. Aklımdan binlerce resim geçiyordu, binlerce ses, çocuklukta mahallemizdeki büyük çocukların kıçıma kerkinmeleri, öğretmenimin ilk tokatı, okul müdürüne biat edişimiz, ergenlikte tabulaşan kadınlar, babamın aşağılayıcı sözleri ve dayakları, sonra sonra toplum içinde yitip gidişlerim… Aşkı ararken hayatın gerçekliğine toslayışlarım. Koskoca dünyada aslında her insanın gerçekten insan olmadığını ve çok küçük bir grupla oynamam gerektiğini anlayışım. Hiç tanımadan evlendiğim kadına ilk gece güç gösterisi, sağlık güvencem olmadığı için ilk kez hastaneden kovuluşum, acılar içinde kıvranarak günlerce koca karı ilaçlarıyla iyileşmeye çalışmalarım, patron tarafından ilk tokat, kirayı ödeyemediğim için ev sahibi tarafından aşağılanışım, ev sahibinin her akşam para bahanesiyle gelip karımı taciz edişleri. Devlet diplomalı vaizler tarafından hastalıklı ilan edilişim. Güçsüz görüntümü fırsat bilenlerin her fırsatta bana taciz ve tecavüz etme istekleri… Neyse daha fazla yazmak istemiyorum.

Ben aptal ve merhametli bir kralım. Ancak aptal ve merhametli krallar zindanlara düşer. Akıllı ve muktedir krallar her gün binlerce tecavüz eylemini normalleştirerek aramızda geziyor. Belki bazen mağdurlar bile onu masum ve ahlaklı sanabilir. Ancak benim gibi bir ahmağa kim haklılık payı bırakabilir ki?

Gerisi kopkoyu bir gökyüzü… Derin bir yalnızlık… Zindana atıldığım ilk gün ateş düşen evim birilerinin kazancı, birilerinin sevincidir. Aciz benliğim kötülüğün timsali artık. Daha önce meşru tecavüzlere maruz bıraktığım aciz karım üzerine basılıp sindirilecek ve tecavüze hazır hale getirilecek bir maddedir artık. Bir garibanın meşru yaşantı başarısızlığından kalan zarar olarak bir köşeye atılacaktır. Soğuk ve karanlık odalarda karın tokluğuna toplumsal tecavüzün hiç uluyamayan bir neferidir. Zindana düşecek bir tecavüzcüsü bile yoktur artık. Hatırlayamadığı adı silinir belki nüfustan toplumca aşağılık bir kadın adı yazılır belki vesikasına. Erkekler adına hâllenirler belki, aşırı ahlaktan kafeslere zincirledikleri karılarını öldürür gibi… İşte bu kalıplaşmış ahlak perdesi altında koskoca bir tecavüz toplumu yatar. Çünkü “bireysel müsaade” yani “özgür irade” bizim olan koskoca dünyanın parsel parsel satılıp, bazı bölümlerinin yasaklanması gibi üç kuruşa bizim olmaktan çıkmıştır. Ben içeride onlar dışarıda. Ben zindanda onlar perde arkasında. Perde kopkoyu, aydınlığı engelliyor. Karanlık ne kadar büyük olsa da “Orospunun çocuğu, orospu olur,” önermesini her seferinde haklı çıkaran bu kara kadere inanmıyorum. Çünkü o güzel kadınla bir yaşam mümkün olsaydı eğer, mutlaka en güzel, en sevgi dolu biçimde yaşamak isterdim. Vicdan hapsi içindeki benliğimle çok pişmanım. Güçlü bir kral gibi kendimi öldürüp, bir canavara dönüşemedim. Yaşadıklarımdan tek anladığım gerçek tecavüzcü kendini öldürendir. Güzel ve güçlü kralların öldüğü, güzel masallarda buluşmak dileğiyle ben şimdilik bu sayfada ölüyorum… Sizin devletin kanun kitaplarında öldürdükleriniz gibi. Tahliyemi istemiyorum Hâkim Bey. Sadece benimde var olduğumu o yüce makamınızdan görmeniz dileğiyle.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mj6brzcjTJ1qc6wuio1_r1_540

Durmak İsteği

Durmak İsteği

Sadece durmak istiyorum, öylece durmak ve hiçbir şey yapmak istemiyorum. Öğrenmek ya da anlamakta istemiyorum. Öylece güneşi seyretmek istiyorum, köpekleri izlemek istiyorum. Durmak istiyorum. Bir gün boyunca sadece su içmek ve hiç yemek yememek… Birisine nedensizce “Seni seviyorum” demek istiyorum. Ona sarılmak ve tüm bunları yaparken de yadırganmak istemiyorum. Biliyorum Hâkim Bey tüm bunları yaptığımda beni alıp ellerimi kollarımı bağlayacak ve akılsızlık damgasını vesikama vurarak kodese tıkacaksınız. Durmak istiyorum Hâkim Bey. Bu davayı durdurmak istiyorum. Müsaade eder misiniz?

“Müsaade yok” der Hâkim. Senle mi uğraşacağım. Devletin işleyen mekanizmasını bozamazsın. Çabuk savunmanı yap. Yoksa seni hemen kodese tıkacağım.

Tamam, Hâkim Bey devletin içini doldurduğu hayatımdan arta kalan kalbimle yemin ediyorum size doğruları söyleyeceğim. Ben riyakâr bir insan değilim Hâkim Bey. Yalanı iyi savunma sanatını hiç bilmem. Üç beş kuruşla tuttuğum, bu yeni yetme avukatında devlet eğitiminden geçmiş zihni, karşımda ki tecrübeli savcıya da avukatlara da yetmez bilirim. Korkuyorum Hâkim Bey, kendi dünyamı, aklımı kaybetmekten çok korkuyorum. Durmak istiyorum anlamıyor musunuz beni? Sadece öylesine var olmak istiyorum. Koskoca dünyaya sığmıyor muyum Hâkim Bey? Ben deri koltuklar istemem, saraylar hanlar istemem, kendi dünyamı isterim, orada yaşamak isterim. O dünyaya güzel gönüllü insanlar isterim. Onları öpmek koklamak, sevmek isterim Hâkim bey etmeyin.

Karar verildi. Sanığın akli dengesinin yerinde olmadığına ve akıl hastanesine yatırılmasına karar verilmiştir.

Yapmayın Hâkim Bey ne yaparım dört duvar arasında? Güneş yok, peki ya köpekler onları da kodese sığdırabildiniz mi Hâkim Bey? Bırakın beni kollarımı bağlamayın. Ben uçmak istiyorum Hâkim Bey. O kırdığınız kalemle yazmak. Bırakın beni. Bırakın beni…

Tam yüz gün sonra devletin özenle kestirdiği beyaz bir çarşafa sarılı beden, hastaneden kabristana gömülmek üzere yola çıkar. Yalnız ve yaşamsız adamlar öldüğünde toprağı bir haftada kararır, üzerinde güzel bir çiçek biter. Bu bahtsızdan geriye kalan birkaç kağıtta yazılanları paylaşayım sizlerle.

Hastanede 3. Gün: Sürekli televizyon izliyorum. Burada yapacak başka bir şey yok. Verilen ilaçlar beynimi uyuşturuyor. Sık sık uyuyakalıyorum. Ölümsüzlük vaatleriyle dolu televizyonlar. Zamanı uyuşturan televizyonlar, bu ilaçlardan daha fazla uyuşuyorum karşısında. Biz varken ölüm yok diyorlar ekranlardan. Sizi daha çok yaşatacağız diyorlar. Yüz elli yıldan bahsediyor doktorları. Ölümsüzlük iksirini bulacaklarını söylüyorlar. Bir devlet adamı hiç ölmeyecekmişçesine bastırıyor bir baskısını. Sonra bir gün öldüğünde ardından ağlayanlar, kabrinde nöbet bekleyenler filan. Haberler her şey çözüldü hayatta, hiçbir sorun yok haberleri veriyor. Yeni insanlar mı türedi? Hemen tanımlıyor. Bir yere bombamı düştü ya da karışıklık mı çıktı, sorun yok her şey kontrol altında. Her hastalığa bir deva bulunuyor. Uzaylara kadar çıkılıp her yerde didik didik hayat aranıyor. Milyonlar açlıktan, yoksulluktan ve zorbalıktan ölürken.

Hastanede 15. Gün: Ailemi çok özlüyorum. Hiç kimse gelmedi henüz beni ziyaret etmeye. Neredeler acaba, ne yapıyorlar şimdi? Annem yemek pişirmeye, babam işe gidip bir takım belgeleri imzalamaya devam ediyor mu? Ya sevgili kardeşim en tepeye çıkmak için yarışmalardan geçmeye devam ediyor mu? Bugün hangi zehirli düşünceyi aklına zerk etti acaba? Ne kadar köleleşti? Odada ki televizyon hala açık “Ailenin öneminden” bahsediyor bir ahlak uzmanı. Acaba altında kaç bin bilgini ve bilgiyi ezerek gelmiş ki kendinden çok emin konuşuyor. Karısıyla nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ancak yüzüne bakılırsa pek mutlu görünmüyor. Sevgi ve aşktan yaşanacak ne kaldı artık diye düşünüyorum? Doktorların verdiği ilaçlar güzel rüyaları sildi. Bazen sırf rüya görmek için uykum yokken bile uyumaya çalışıyorum. İnsanlara öylesine sarılıyorum, öpüyorum ki bir bilseniz. Bazen “ben deli değilim” diye bağırarak uyanıyorum. Öylesine korkuyor ve terliyorum ki… Akıllı olsam keşke diyorum. Kim istemezdi pamuk ipliğine bağlı ilişkileri, o ipliğe bağlı altınları, kim istemezdi televizyon karşısında ya da akıllı telefonların ardındaki riyakârlığı, kalabalık cenazeleri, rüşvetleri, yalan sevgileri, birini kurtarmayı, yalandan sevap işlemeyi, Tanrıyla pazarlık yapmayı, kendi ahlakını galip kılmayı, insanları tepelemeyi, tiran olmayı, öldürme ve tecavüz duygusunun insanın içini gıdıklayan zevkini.

Hastanede 37. Gün: Yanıma bir hasta daha getirdiler. Cinnet geçirmiş önüne gelene zarar vermiş diyorlar. Uslu bir çocuk gibi uyuyor. Bazen bu vahşi adamları bu boktan şehirler yaratıyor diye düşünmeden edemiyorum. Her yanda büyük kümesler, küçük kümesler, sorgu odaları, işkence odaları… Nefes alamayacak gibi oluyorum, o plazalara, AVM’lere, iş yerlerine, evlere girdiğimde. Özümden bu derece koptuğumu anımsadığım zamanlar hiç olmamıştı. Kimliksiz kalmak kadar kötü bir şey yok bu şehirlerde. Hiçbir şey olan kayboluyor. Bir oyun var illaki oynamak zorundasın ama kazanmak, kaybetmek değil o oyunun bir parçası olmalısın. Sadece oynayanları bile dışlayan kahpe bir oyun bu. Kanmayacağım. Burada yüz yılda kalsam kanmayacağım.

Hastanede 44. Gün: Düşünüyorum da burada olmasam muhtemelen şuan elde tüfek bir askeri taburda olacaktım. Hedefi tam isabetle vurmaya çalışacak. Kilometrelerce koşmaya çabalayacaktım. İnsan öldürmenin erdemli taraflarını öğrenecektim. Belki tokatlanacak, dövülecektim. Şunu kesin bilirim bir rütbenin altında ezilecektim. Sonra bir kerhaneye gidip, bir kadın becerecektim belki de. Belki de bir arkadaşımı dövecektim. Askerden gelip, para kazanırken de orada öğrendiğim disiplinle çalışacaktım. Sonra gelip yine karımı becerecektim, belki sonra başka kadınları. Sonra içecektim. Sonra bir arkadaşımı dövecektim yine. Hem sen kimsin ki iyiyle kötüyü ayırt edebiliyorsun? Sen kimsin iyiler yaşasın diye binlerce kötüyü öldürebiliyorsun? Sen kimsin ki erkeği kadından üstte görüyorsun? Düşüncelerimle birlikte hepsini ateşe veriyor. Ateşin başında öylece duruyorum.

Hastanede 60. Gün: Geçen gün öylece koridorda dikilmiş bekliyordum. Amaçsızca. Çaycı “Neden bekliyorsun?” diye sordu. Hiç dedim. Geçip gitti. Yüzü masum ama dışarıdaki dünyada pek güzel sayılmayacak bir kız getirdiler karşı odaya. Histerik bazı davranışları varmış. Tam tanıyı koyamamış Hâkim Bey galiba. Benim tek anladığım güzellik ve becerilme çarkının dışında kalmış olması. O güzel gönlünün bu çarkın erkekleri tarafından dışlanması, hor görülmesi, tecavüz edilmesi ve parçalanması. Ne acı bir sevgiyi, kahpece bir düzenin içine kurmak. Sonra ona inanmak. Karşı cinse güvenmeden sadece inanmak… Sevginin güce dönüşmesi, gücün sürekliliği ve zorbalığı içinde kaybolup giden histerik hayatlar…

Hastanede 82. Gün: İyi giyimli bir adam getirdiler yine koğuşlardan birine geçen gün. Son moda ceketiyle geldi oturdu yatağına. Önemli bir adammış diyorlar. Çok zenginmiş diyorlar. Hâkim nasıl verdi ona hükmü bilmiyorum ama sığındığı gölgenin gücü düşünce sürdüler onu da buraya galiba. Gücün deliliği yoktur. Hep normaldir o. Şunu çok iyi anladım ki bu dünyanın maddi hayatında hangi gölgede dinlendiğin önemli değil, gönlünü hangi gölgede dinlendirdiğin önemli. Burada her zamankinden daha özgürüm.

Hastanede 95. Gün: Ciğerlerimi fena mı üşüttüm yoksa bu verilen ilaçlar mı beni bu hale getirdi bilmiyorum. Şuurum bir gelip bir gidiyor. Gördüğüm rüyalarda “Kendi dünyamı, aklımı kaybetmek istemiyorum Hâkim bey” diye bir adam bağırıyor. Korkuyorum, ancak huzurluyum. Şimdi bir bardak su içip uyuyacağım. Muhakkak daha güzel bir dünya var olmalı.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

cff7f30b10852afb0c64ce25ad33128a

Bi Baksana La

Bi Baksana La

Batıp doğan bu güneşte, dönüp duran bu güzel mevsimlerde hep fakirler için. Çünkü sadece onlar içtenlikle güneşin doğması için dua ediyor. Sadece onlar kışın soğuğunu, yazın sıcağını içlerinde hissediyor. Zenginler, dünyaya git gide yabancılaşanlarsa, kurdukları kendi küçük boktan dünyaları içinde her şeyden habersiz, doğadan kopuk mutluluklar peşinde. Geliştiğine ve ilerlediğine inandıkları yaşamlarında bir sonraki günün daha iyi olacağına inanarak yaşıyorlar.

Soğuk bir kış günü, son moda kabanını giymiş, boynuna insanı erkekleştiren, insanı vahşileştiren futbolun, en güçlü kulüplerinden birinin atkısını takmış, devlet babanın ona söylediği yolda yürümek için eğitimine koşturan bir çocuğu, yine kendisi gibi ama sistemden dışlanmış, kendine çöp karıştırma görevi düşmüş küçük bir çocuğun sesleri durdurdu. “Bİ BAKSANA LA!”

Çocuk yüzünü kaldırıp bakamadı fakir çocuğa. Belli ki onun tabiriyle belalı, vebalı biriydi. İnsandı ama fakirlik en büyük bir ayıp gibi asılmıştı boynuna. Nereye gitse karşısında fakirlik, fakirliğin getirdiği potansiyel suçluluk… Her fakir çocuk bu evreyi yaşar. “Neden benim yüzüme bakmıyorlar?” “Neden beni kimse dinlemiyor?” Zengin çocuk yüzüne bakmayınca, fakir olan elinde son kalan güç “korkuyu” diğer çocuğun yüzüne daha da püskürterek “Bİ BAKSANA LA” dedi. Fakirin korkusu, takım elbiseli zalimlerinkinden bile güçlüdür, ölüyü bile diriltir.

Zengin çocuk bir takım elbiseli görse gözlerine bakabilirdi. Bir zengin, temiz yüzlü, şık giyimli adam görse gözlerine bakabilirdi. Fakat bir fakirin, bir çapulcunun gözlerine asla… Çünkü zengin, dünyanın şerefle ödüllendirilmiş en boktan hırsızıdır. Önce suçluluğu baktırmaz o gözlere, sonra korkuları, güçsüzlüğü baktırmaz. Kendinde kaybolmuş vicdanı ve kalbi, fakirde kaybedecek bir şeyin olmaması bastırır. Güçlüdür fakir. Zenginin yasaları vardır, fakirinse aklı ve yüreği. Hükmü verir ve takar bıçağı. Adil bir düzendir fakirinki. Hâkimsiz, güçsüz ve yasasız… Hayali bir şeye dayanmaz. Aslı insandır. Ahmet’tir, Mehmet’tir, Hatice’dir. Gönülden gelen bir sonuçtur. Hırsızlarca çalınmış Tanrısı yüzünden birazda zalimdir. Tanrısını bile çaldılar, onu köleleştirmek için… Yinede fakirin eyleminin dayanağı güçlüdür, yaşamak arzusu ve insanlık onuru. Tanrıya zenginden daha yakındır.

Sanmayın bu aşağılık düzeni kuranların düzeni çok sağlam. Bu insanlık onurunu ayaklar altına alan davranış herkesi kasıp kavurur. Bir gün gelir zengini de vurur. Zengin ve eğitimli devletin kulları, eğer kendilerine sistem içinde gerekli değer verilmesin ya da o çok değerli paralarını bir kaybetsinler. Kaybolmuş insanlıkları harekete geçer ve kendi varlığına kastederek intihar ederler. Bitmek bilmez oburluklarının sonucunda ortaya çıkan saçmalamalarını hastalık isimleriyle taçlandırırlar. Çünkü zenginler Tanrı gibi her şeyi tanımlamalıdırlar. Onlara tanımlanamayanlar rahatsızlık verir. Mesela isyancılar gibi. Tıpkı fakirlik gibi bir yaftada onlara yapıştırılır.

Sistemin içinde yazdığımız aşk hikâyeleri, orada tanımladığımız güzel ve zengin kadınlar, erkekler. Onlara giydirdiğimiz ahlak ve meziyetler. Fakirlerin hayatıyla hiç uyuşamazlar. Hiç kimse fakir birine âşık olmak istemez. Kafalarda yaratılan yaratılmış ütopyalara ulaşma arzusuyla kaybolup giden yaşamlar… Mesela “Seviyorum” der bir fakir. “Sevmiyorum” der bir gönlünde zengin yatan. Burada kaybolan insanın, sevgiyi yaşamaya bile değer görmemesidir acı olan. Sevmiyorum diyenin kendini insandan değerli bir objeye dönüştürmesidir. Çünkü her sevgi ileri ya da geri boyutlarda saygıyla yaşanmalıdır. “Evlilik” denen kanuna uygun kurallara göre yaşanmaz sevgi. O kadar kesin ya da ciddi… Sevgi öncelikle insanın varoluşuna saygı olarak yaşanmalıdır. Birbirine nedensiz sarılanlar yadırganmamalıdır. Ve düzenin bozduğu cinsellik mutlaka yeniden tanımlanmalıdır. Cinsellik, romantik ya da kibar erkeklerin insafına bırakılmamalıdır. Sevgi fakirleriğiyle de savaşmalıdır bir fakir.

Fakir, bir zorba gibi vergi isteyemez insandan. Zorla kendi güvenliği için senin canını isteyemez. Fakir kendi olanı almak ister, sende kalan bir lokmasını…

Çocuk tekrarladı. “Bİ BAKSANA LA! NİYE BAKMIYON BİZ ÖCÜ MÜYÜZ?” Zengin çocuk elini cebine götürdü, ürkerek kafasını kaldırdı. Fakir çocuğun güçlü kolları, zengin çocuğun sadece verebilecek bozuklukları vardı. Zengin çocuk boktan hayatına doğru yürürken, soğuktan titreyerek el arabasını çekmeye çalışan fakir çocuk tekrarlamaya devam etti “Bİ BAKSANA LA!”

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

32