Posts Tagged ‘ çiçek ’

Seni Beklerken

Seni Beklerken

Gecenin en karanlık vaktinde uyanıp, babadan kalma eski evin çürümüş penceresini açtım. Hafiften bir rüzgâr esti yüzüme doğru, pencereyi öylece bırakıp, önündeki koltuğa kuruldum. Biraz sonra şehrin dört yanından ezan sesi yükseldi, ardından sütçü, yoğurtçuların çıngırakları… Küçük bir çocuk omzuna kitaplarını yüklenmiş, eline beslenmesini almış, koşarak okula yetişmeye çalışıyor. Yirmi birinci yüzyıl çocukları sağlıklı bir insan olmak yerine, ezilen bir işçi olmak için gün doğmadan okula gidiyor.

Aylardan Mayıs. Bir garip Mayıs hissi geldi oturdu içime. Nedir bu garip his? Yıllardır, aylardır hiç duymadığım türden bir şey bu. Hafızamı yokladım, düşündüm lise koridorlarında buldum o hissi. Mayısla birlikte gelen çiçek kokuları, sınavların bitmesiyle, yaz tatilinin yaklaşmasının o güzel hissiyatı bu. Peki, ama yıllardır neredeydi bu his, nereye saklanmıştı? Sonra diğer hisleri anımsadım. Kâğıda sığdıramayacağım güzellikte farklı hisler gelip geçti aklımdan, çocukluğuma dair. Ancak ne zaman büyüdüğü mü hatırlayamadım?

İçim geçer gibi olmuş. Bir uyandım ki seni düşünüyorum. Çocuksu bir his kapladı içimi. Büyük adamlara, bahşedilmiş en büyük hediye galiba bu aşk dedikleri. Kim bilir şimdi neredesin ne yapıyorsun? Benden habersiz… Bir yosmanın korkusuz sesi böldü hayallerimi. Geceyle birlikte bitmiş, ardından küfrediyor tüm adamlara “Allah Belanızı versin diyor.” Hafiften bir yağmur başlıyor. Tüm sokağı süpürüyor kadının gözyaşlarıyla.

Ben bu büyümeyle gelen gerçek algısına nerede bağlanıp kaldım diyorum kendi kendime? İnsanoğlu bu belirsiz, karmaşık hayatta bir mana aramaya meyilli galiba. Günün yüzde yetmişini aynı hareketler ve konuşmalarla tamamlayıp bunların değişmez doğrular olduğuna inanmaya, rahatlamaya… Mesela eskiden Ahmetlere gittiğimde gönlümde hissettiğim o duyguya ne oldu? Amcam, Teyzem ne zaman bu kadar yabancılaştı? Nesneler ne zaman değişti? Çiçekler, hayvanlar? Babam ne zaman baba oldu, annem ne zaman anne oldu? Ben ne zaman adam oldum? Evet, geçmişi ve geleceği düşünmezdik, hayata dair ürettiğimiz teorilerimiz yoktu ancak kocaman bir gönlümüz vardı. Ölümü bile oyun zanneden kocaman bir gönlümüz. Çocukken anneme sarılır yatardım. Hiç korkmazdım öyle olunca. Oysaki her gece yatmadan bir son dakika haberiyle zalimin birinin, mazlumların üzerine füze atışını izleyerek yatardık ama o sarılma sanki dünyadaki tüm kötülüklerden korurdu bizi. Zamanla anlıyorum ki inandığımız bu adi hakikatin sebebi tüm kötülüklerin anası zalimler. İyilerle masalsı bir dünya kurulabilir. Ancak hala soruyorum kendime, o masumiyet nerede kayboldu? Yağmur hızlanıyor pencereyi kapatıyorum.

Kalbim şimdi alev alev yanıyor. Yanlış hakikatler peşinde koşarken, unuttuğum benliğim. Yanlışa yüklediğim yanlış anlamlar. Sokağa kayıyor gözlerim. Yanlış mı görüyorum yoksa küçük bir çocuk mu süpürüyor sokakları? Gözlüğümü takıp tekrar bakıyorum. Bir sübyanın bir elinde süpürgesi, diğer elinde faraşı… İşte o zaman gönlüm razı gelmiyor belki de öldürüyorum onu, aklımı kullanmalıyım diyorum. Zalim aklımı. Bu şahbaz aklımı…

Yağmurun kesilmesiyle uyanıyorum ki yine düşlerimde sen. Önemsiz görünen bir haftanın, aslında ne kadar büyük zaman olduğunu anlıyorum, zamanı sende tekrar tanımlıyorum. Sana bir gün, bir saat, bir saniye geç kalmamalıyım. Ya sana ulaşamazsam? Güneşi beklerken gönlümü derin bir hüzün ve endişe kaplıyor. Güneş doğuyor, bugün de sen yoksun.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

india-10891nf1

Durmak İsteği

Durmak İsteği

Sadece durmak istiyorum, öylece durmak ve hiçbir şey yapmak istemiyorum. Öğrenmek ya da anlamakta istemiyorum. Öylece güneşi seyretmek istiyorum, köpekleri izlemek istiyorum. Durmak istiyorum. Bir gün boyunca sadece su içmek ve hiç yemek yememek… Birisine nedensizce “Seni seviyorum” demek istiyorum. Ona sarılmak ve tüm bunları yaparken de yadırganmak istemiyorum. Biliyorum Hâkim Bey tüm bunları yaptığımda beni alıp ellerimi kollarımı bağlayacak ve akılsızlık damgasını vesikama vurarak kodese tıkacaksınız. Durmak istiyorum Hâkim Bey. Bu davayı durdurmak istiyorum. Müsaade eder misiniz?

“Müsaade yok” der Hâkim. Senle mi uğraşacağım. Devletin işleyen mekanizmasını bozamazsın. Çabuk savunmanı yap. Yoksa seni hemen kodese tıkacağım.

Tamam, Hâkim Bey devletin içini doldurduğu hayatımdan arta kalan kalbimle yemin ediyorum size doğruları söyleyeceğim. Ben riyakâr bir insan değilim Hâkim Bey. Yalanı iyi savunma sanatını hiç bilmem. Üç beş kuruşla tuttuğum, bu yeni yetme avukatında devlet eğitiminden geçmiş zihni, karşımda ki tecrübeli savcıya da avukatlara da yetmez bilirim. Korkuyorum Hâkim Bey, kendi dünyamı, aklımı kaybetmekten çok korkuyorum. Durmak istiyorum anlamıyor musunuz beni? Sadece öylesine var olmak istiyorum. Koskoca dünyaya sığmıyor muyum Hâkim Bey? Ben deri koltuklar istemem, saraylar hanlar istemem, kendi dünyamı isterim, orada yaşamak isterim. O dünyaya güzel gönüllü insanlar isterim. Onları öpmek koklamak, sevmek isterim Hâkim bey etmeyin.

Karar verildi. Sanığın akli dengesinin yerinde olmadığına ve akıl hastanesine yatırılmasına karar verilmiştir.

Yapmayın Hâkim Bey ne yaparım dört duvar arasında? Güneş yok, peki ya köpekler onları da kodese sığdırabildiniz mi Hâkim Bey? Bırakın beni kollarımı bağlamayın. Ben uçmak istiyorum Hâkim Bey. O kırdığınız kalemle yazmak. Bırakın beni. Bırakın beni…

Tam yüz gün sonra devletin özenle kestirdiği beyaz bir çarşafa sarılı beden, hastaneden kabristana gömülmek üzere yola çıkar. Yalnız ve yaşamsız adamlar öldüğünde toprağı bir haftada kararır, üzerinde güzel bir çiçek biter. Bu bahtsızdan geriye kalan birkaç kağıtta yazılanları paylaşayım sizlerle.

Hastanede 3. Gün: Sürekli televizyon izliyorum. Burada yapacak başka bir şey yok. Verilen ilaçlar beynimi uyuşturuyor. Sık sık uyuyakalıyorum. Ölümsüzlük vaatleriyle dolu televizyonlar. Zamanı uyuşturan televizyonlar, bu ilaçlardan daha fazla uyuşuyorum karşısında. Biz varken ölüm yok diyorlar ekranlardan. Sizi daha çok yaşatacağız diyorlar. Yüz elli yıldan bahsediyor doktorları. Ölümsüzlük iksirini bulacaklarını söylüyorlar. Bir devlet adamı hiç ölmeyecekmişçesine bastırıyor bir baskısını. Sonra bir gün öldüğünde ardından ağlayanlar, kabrinde nöbet bekleyenler filan. Haberler her şey çözüldü hayatta, hiçbir sorun yok haberleri veriyor. Yeni insanlar mı türedi? Hemen tanımlıyor. Bir yere bombamı düştü ya da karışıklık mı çıktı, sorun yok her şey kontrol altında. Her hastalığa bir deva bulunuyor. Uzaylara kadar çıkılıp her yerde didik didik hayat aranıyor. Milyonlar açlıktan, yoksulluktan ve zorbalıktan ölürken.

Hastanede 15. Gün: Ailemi çok özlüyorum. Hiç kimse gelmedi henüz beni ziyaret etmeye. Neredeler acaba, ne yapıyorlar şimdi? Annem yemek pişirmeye, babam işe gidip bir takım belgeleri imzalamaya devam ediyor mu? Ya sevgili kardeşim en tepeye çıkmak için yarışmalardan geçmeye devam ediyor mu? Bugün hangi zehirli düşünceyi aklına zerk etti acaba? Ne kadar köleleşti? Odada ki televizyon hala açık “Ailenin öneminden” bahsediyor bir ahlak uzmanı. Acaba altında kaç bin bilgini ve bilgiyi ezerek gelmiş ki kendinden çok emin konuşuyor. Karısıyla nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ancak yüzüne bakılırsa pek mutlu görünmüyor. Sevgi ve aşktan yaşanacak ne kaldı artık diye düşünüyorum? Doktorların verdiği ilaçlar güzel rüyaları sildi. Bazen sırf rüya görmek için uykum yokken bile uyumaya çalışıyorum. İnsanlara öylesine sarılıyorum, öpüyorum ki bir bilseniz. Bazen “ben deli değilim” diye bağırarak uyanıyorum. Öylesine korkuyor ve terliyorum ki… Akıllı olsam keşke diyorum. Kim istemezdi pamuk ipliğine bağlı ilişkileri, o ipliğe bağlı altınları, kim istemezdi televizyon karşısında ya da akıllı telefonların ardındaki riyakârlığı, kalabalık cenazeleri, rüşvetleri, yalan sevgileri, birini kurtarmayı, yalandan sevap işlemeyi, Tanrıyla pazarlık yapmayı, kendi ahlakını galip kılmayı, insanları tepelemeyi, tiran olmayı, öldürme ve tecavüz duygusunun insanın içini gıdıklayan zevkini.

Hastanede 37. Gün: Yanıma bir hasta daha getirdiler. Cinnet geçirmiş önüne gelene zarar vermiş diyorlar. Uslu bir çocuk gibi uyuyor. Bazen bu vahşi adamları bu boktan şehirler yaratıyor diye düşünmeden edemiyorum. Her yanda büyük kümesler, küçük kümesler, sorgu odaları, işkence odaları… Nefes alamayacak gibi oluyorum, o plazalara, AVM’lere, iş yerlerine, evlere girdiğimde. Özümden bu derece koptuğumu anımsadığım zamanlar hiç olmamıştı. Kimliksiz kalmak kadar kötü bir şey yok bu şehirlerde. Hiçbir şey olan kayboluyor. Bir oyun var illaki oynamak zorundasın ama kazanmak, kaybetmek değil o oyunun bir parçası olmalısın. Sadece oynayanları bile dışlayan kahpe bir oyun bu. Kanmayacağım. Burada yüz yılda kalsam kanmayacağım.

Hastanede 44. Gün: Düşünüyorum da burada olmasam muhtemelen şuan elde tüfek bir askeri taburda olacaktım. Hedefi tam isabetle vurmaya çalışacak. Kilometrelerce koşmaya çabalayacaktım. İnsan öldürmenin erdemli taraflarını öğrenecektim. Belki tokatlanacak, dövülecektim. Şunu kesin bilirim bir rütbenin altında ezilecektim. Sonra bir kerhaneye gidip, bir kadın becerecektim belki de. Belki de bir arkadaşımı dövecektim. Askerden gelip, para kazanırken de orada öğrendiğim disiplinle çalışacaktım. Sonra gelip yine karımı becerecektim, belki sonra başka kadınları. Sonra içecektim. Sonra bir arkadaşımı dövecektim yine. Hem sen kimsin ki iyiyle kötüyü ayırt edebiliyorsun? Sen kimsin iyiler yaşasın diye binlerce kötüyü öldürebiliyorsun? Sen kimsin ki erkeği kadından üstte görüyorsun? Düşüncelerimle birlikte hepsini ateşe veriyor. Ateşin başında öylece duruyorum.

Hastanede 60. Gün: Geçen gün öylece koridorda dikilmiş bekliyordum. Amaçsızca. Çaycı “Neden bekliyorsun?” diye sordu. Hiç dedim. Geçip gitti. Yüzü masum ama dışarıdaki dünyada pek güzel sayılmayacak bir kız getirdiler karşı odaya. Histerik bazı davranışları varmış. Tam tanıyı koyamamış Hâkim Bey galiba. Benim tek anladığım güzellik ve becerilme çarkının dışında kalmış olması. O güzel gönlünün bu çarkın erkekleri tarafından dışlanması, hor görülmesi, tecavüz edilmesi ve parçalanması. Ne acı bir sevgiyi, kahpece bir düzenin içine kurmak. Sonra ona inanmak. Karşı cinse güvenmeden sadece inanmak… Sevginin güce dönüşmesi, gücün sürekliliği ve zorbalığı içinde kaybolup giden histerik hayatlar…

Hastanede 82. Gün: İyi giyimli bir adam getirdiler yine koğuşlardan birine geçen gün. Son moda ceketiyle geldi oturdu yatağına. Önemli bir adammış diyorlar. Çok zenginmiş diyorlar. Hâkim nasıl verdi ona hükmü bilmiyorum ama sığındığı gölgenin gücü düşünce sürdüler onu da buraya galiba. Gücün deliliği yoktur. Hep normaldir o. Şunu çok iyi anladım ki bu dünyanın maddi hayatında hangi gölgede dinlendiğin önemli değil, gönlünü hangi gölgede dinlendirdiğin önemli. Burada her zamankinden daha özgürüm.

Hastanede 95. Gün: Ciğerlerimi fena mı üşüttüm yoksa bu verilen ilaçlar mı beni bu hale getirdi bilmiyorum. Şuurum bir gelip bir gidiyor. Gördüğüm rüyalarda “Kendi dünyamı, aklımı kaybetmek istemiyorum Hâkim bey” diye bir adam bağırıyor. Korkuyorum, ancak huzurluyum. Şimdi bir bardak su içip uyuyacağım. Muhakkak daha güzel bir dünya var olmalı.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

cff7f30b10852afb0c64ce25ad33128a

İnandığım Bir Çakıl Taşı

İnandığım Bir Çakıl Taşı

Bugün yine o yerdeyim. Yıllar önce çekip gitmek istediğim ama bir türlü bırakamadığım, kaldığım yerdeyim. Cebimde küçük bir çakıl taşı var umuduyla. Eskisinden daha şerefsiz, eskisinden daha gurursuz ve onursuz bir halde avare dolanıyorum sahilde.

Ağaçlar, çiçekler kurudu, böcekler çoktan terk edip gitti beni. Soframda biraz peynir, birkaç zeytin var artık. Eğilip ekmeğe uzanıyorum kursağımdan geçip mideye indiremiyorum lokmalarımı. Su bile yetmiyor yumuşatmaya artık bazı şeyleri. Gerçekliğimi yavaş yavaş kaybediyor, belirsizleşiyorum adeta. Her şeyi reddediyor, çılgınca sadece seni istiyorum yine yeniden.

Güzel kadınları yazmayı bıraktım, güzel kadınları çizmeyi bıraktım güzel kadınlara bakmayı bıraktım ve güzel kadınları sevmeyi bıraktım. Kordon boyu yürüyorum bazen bir bakıyorum sağım, solum, önüm arkam sen. Bir şeyler yazmaya çalışıyorum her kadın sonunda sana eviriliyor. Çizim kalemim sanki senin yüzüne teşne.

Yaşamak istesem nafile, her durakta sen… Çılgınca inip koşuyorum sana. Çölde bir serap gibi kayboluyorsun. Peki, öyleyse neden peşimi bırakmıyorsun? Kader, kahrolası, yok olası kader. Bazen seni bana geri getirecek diye seviyorum.

Senden sonra aşk anlamını kaybetti. Sonsuz bir kara deliğin içinde kaybettim tekrar bulamıyorum. Yaşamak anlamsız. Nefes almak anlamsız… Diğer her şeyde zaten, anlamsız olması gerekenden daha anlamsız…

Herkesin bir çekip gitme hikâyesi vardır. Sondan ikinci sevdiği olduğumdan ya da bir sebepten verdiği değerin daha değerlisini bulup çekip gittiği ve bugüne kadar tüm kadınların çekip gitme hikâyelerine inandım. Bir tek sana ve hikâyene inanamıyorum. Kalbin ah o temiz, o güzel kalbin…

Geceleri rüyalarımda seni gördüğüm günün sabahlarında uzunca bir süre yataktan kalkamıyorum. Biraz daha sarılıyorum yatağa sen gibi. Yastıkları öpüp, kokluyorum. O şuursuz vakitlerde aynı sen gibi kokmuyorlar mı, öylesine seviniyorum ki bir bilsen. Sonra zihnim açılıyor ve sen yok oluyorsun. Hasta olduğum günler ilaçlar kâfi gelmeyince. Ateşler içinde senin umudunla ayaklanıyorum.

Issız gece yarıları sarhoşluğumu daha da arttırsın diye içiyorum. İçip içip senle beni yan yana koyduğum senaryoları düşlüyorum. Sanki tarihin bir yerinde bir kırılma olmuş ya da Tanrılar algılarımızı yeniden yaratmış, senle ben yan yana düşmüşüz. Gözlerinden öperek uykuya dalıyorum.

Sonra tüm gerçekliği hatırlatan insanlar çevreliyor etrafımı ve suratımıza vurup duran bu iğrenç hayatın yalnız kabalığı, ittiriyor beni, yapma diyorum. Silah çekiyor şakağıma dayıyor. Vur ulan diyorum vur artık bitsin bu çile. O arkasına bağlayıp sürüklemeyi tercih ediyor. Sonra yine kendimi öldüremiyorum. Hayatı değiştiremiyorum ve bu anlamsız sonsuz gidişe bir dur diyemiyorum. Sen olsan yanımda, ah olsan… Her şeye inanacak gibiyim.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

botticelli_birth_venus_2

İyi Aşklar Seni Hatırlatır

İyi Aşklar Seni Hatırlatır

Her tarafı tarumar ederek çekil yüreğimden. Bir tek hücre bile kalmasın tecavüze uğramamış. Damarlarımı öyle bir hırpala ki bir daha kendine gelemesinler ve kan akışını öyle bir yavaşlat ki kalbim atmasın. Sıkıcı ve ölgün bir güne uyanayım.

Sevmek dediğin güzel bir duruş, güzel bir yanılgı ya da senin yapay değerin olsaydı eğer. Ki maalesef ben çok büyük yanılmışım. Çünkü ellerimde bir çikolata ya da bir çiçek yoktu, ceplerim bomboş, gömleğimin arası boş, madalyalar takınamamışım.

Aşksız geçen bir ömür anlamsızdır. Yazılan yazı, atılan adım hatta her şey biraz anlamsızdır. Bir adam bir kadını pas geçip bir düşünceye âşık olabilir. Bir ütopyaya, bir hayalete… Kaybolur, ama olsun yaşamak bunu gerektirir. Ötesi sonsuzluktur. Sonsuzluk korkutucudur…

Değerli olan belki de okunmamış bir kitap, yaşanmamış bir aşk ve kaybolan bir hayattır… İyi bir adam, iyi bir kitap yazdığında, iyi bir aşk yaşadığında ve hayat sahnesinde var olmaya başladığında belli olur. Şiir okumaya devam ederse, şiirsel konuşur, şiirsel davranmaya devam ederse o iyi bir adamdır, iyi tanımının da çok üstündedir. Yoksa kendine acıyıp ağlama yavşaklığı ya da güçsüzlüğü, döktüğü gözyaşları bir tonda olsa kimseyi iyi adam yapmaz. Aşk batılı yener, iyi adamları ayağa kaldırır ve kör kuyuları kapar.

Zamansız döner sevgi kalplerimize. Zamansız hatırlatır kendini yeniden. Hiç beklemediğin bir anda, seni görünce bende aşk, sende zor zamanlar yaşatır. Hadi takın altından maskelerini ve düşürme gardını. O mükemmel insanın, mükemmel beyninin, berbat tasarımını. Sen bu aşkı hangi kıskançlıkla, hangi ihanetle ve hangi yalanla karıştırıyorsun? İyi aşklar tanrıları hatırlatır. İyi aşklar seni hatırlatır ve aşk kitaplarına, şiirlerine inanmayanları hatırlatır. İyi aşklar kaybedilen yapay değerleri, kötülükleri ve ölümü hatırlatır.

Artık ölümlerden korkmuyorum çünkü her gece uykuya aşkla gidiyorum. Ne mutlu aşktan ölene, aşktan, aşkla kaybedene…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

fd

Bir Nefes Kaç Kuruş?

Bir Nefes Kaç Kuruş?

Herkesten her şeyden kaçmak istediğiniz günler oldu mu hiç? Ya da güneşin tersine doğru koşmak istediğiniz günler. Hiç doğmasını istemediğiniz, hep kendinize ait gecelerde kalmak istediğiniz zamanlar. Az zamandır yaşamış, kısa bacaklarıyla güneşe meydan okuyamayan bendenizin böylesi zamanları oldu.

Simply_child

Bir sabah uyandım. Annem babama bağırıyordu. Babam, anneme bağırıyordu. Sonra kapı şiddetle çarpıldı. Babam evden gitmiş olacaktı. Annem hiddetle odaya girdi. “Yeter artık uyan okula geç kaldın!” diye haykırdı. Gözlerimi öfeleyerek uyanmaya çalıştım. Kalktım önlüğümü giydim ve okul yoluna düştüm. Okul doğudaydı güneşe doğru yürüdüm. Keşke dedim şimdi batıda olsaydım, oradaki küçük bir çocuk kadar huzurlu bir gecede uyusaydım. Ya da küçük bir mezarlık olsaydım üzerimde çiçekler bitseydi, kuşlar uçuşsaydı. Şimdi düşünüyorum da küçücük aklımla neler neler düşünmüşüm.

O gün sınıfta ölüm sessizliği vardı. Öğretmen cebirden aldığımız notları okuyacaktı. Herkes pür dikkat öğretmeni dinliyor, sanki dünyadaki varlığının değerini tescil edermişçesine sevinip, üzülüyor. Kimimiz kendini dünyalıymış gibi hissediyor, kimimiz uzaylı, kimimizse doğduğuna pişman hissediyordu. Zengin çocuklar, fakir çocukların yine üstünde. Çaresiz düşük notumu koltuğumun altına alıp eve doğru ilerliyorum.

Annem açıyor kapıyı, ağzında bir sigara. Ne yaptın sınavı diyor? Çaresizce “yirmi” diyorum. İki nokta hayal ediyorum birisi dip, diğeri en üst. Bir doğru üzerinde koşuyor gibiyiz. Keşke hep üste doğru koşabilsem diyorum. Biliyorum babamda demişti, dedemde demişti, annem de demişti, hatta daha öteye başkasının sırtında taşınmak için zengin bir adamla evlenmişti ama alt karanlıktı, üstte karanlık, nerede bizim bu çok sevdiğimiz aydınlık? Annem ayağından terliği çıkardı ve eşek sudan gelene kadar dövdü beni. Kızarmış kıçımla çaresizce yatağa uzandım. Gözlerimden damlalar gökyüzüne doğru değil, yeryüzüne doğru aktı. Kurudu, buharlaşamadı.

Babam bir gün ansızın öldü. Hiç beklenmedik bir zamanda öldü hem de. Yaklaşık kırk yaşında olduğunu tahmin ediyordu akıllı beyinler. Kaç yılını yaşadı, kaçında zaten ölüydü bilmiyorduk. Annem ağladı. Geniş zamanlar boyunca ağladı. Babamın bir eşi daha varmış, başkaca çocukları. Annem biliyormuş, ben henüz küçücük beynimle babam ölene kadar bunu idrak edememiştim. Zaman zaman evimize gelen çocukları çok seviyor onları hep arkadaş olarak görüyordum. Yüklüce mirası varmış babamın, paylaştırılması gerekiyormuş ve annemin karnındaki hiç doğmamış bir çocuğunda hakkı olabilirmiş bu mirasta. Bazı büyük adamlar karar vermişler ve benim kadar küçücük bir çocuğa para vereceklermiş. Şaşırdım, daha para kullanmayı bilmiyordum bile. Genelde bakkala gider bir şeker alır “Mehmet Bey” derdim. Babamın ismini bakkal not alırdı. Babam bize adını bıraktı zannederdim hep, sonraları babam gitti annemin ismini vermeye başladım bakkal amcaya. Sonradan anlıyorum ki babamdan kalan para hiçbir zaman çalışmasak ölene kadar yetecek yüklü bir paraydı. Tıpkı yıllarca alışveriş ettiğim güvenilir ismi gibi.

Annem bir gece ansızın sancılandı. Komşularla hastane yolunu tuttuk. Büyükler arasında “kara haber” olarak algılanan olay acı bir şekilde içimize oturmuştu. Kardeşim doğarken ölmüştü. Sonradan kara kamunun siyah cübbeli bir avukatından duyduğumuza göre mevzu bahis olayı daha önemli kılan şeyse, doğamamış kardeşimin mirasa ortak olamamasıydı. “Bir nefes” dedi avukat bir yudum nefes alabildiyse para sizindir dedi. Adli tıbba gidecek, ölü bebeğinizi soğuk su dolu bir küvetin içine basacağız. Birkaç baloncuk çıkarsa mirastan geriye kalan tüm para sizindir dedi. Annem, gözünü bile kırpmadan evet dedi. Çocuk aklımla tahayyül ettiğim olaylar ve ölü kardeşimin başına gelecekler beni ürpertti. Kıçım hala yanıyor gibiydi. Verin dedim içimden, verin kardeşimi bağrıma basayım. Ölü bedenini hemencecik toprağa koyayım. Diyemedim.

Sonraki günlerde kardeşimi soğuk su dolu bir küvetin içine bastılar. Birkaç baloncuk çıktı ciğerlerinden o kadar. Nefes almıştı, para bizimdi. Birkaç baloncuk ve para, çocuğunu suya basan bir anne… Kim bilir talihsiz kardeşim yaşasa ve bütün sınavlara girse ve üste en üste çıkmaya çalışsa ne kadar bedel ödeyecekti? Oysaki o yaşamamayı tercih etti ve soluk borusundan aşan bir gram havayla bütün borcunu ödeyerek gitti.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Sahibini Arayan Mektuplar – 1

Sevgili,

Sana dünyanın dört bir yanından kucak dolusu sevgi ve selamlar gönderiyorum. Bu satırları Hindistan’ın unutulmuş bir şehrinin, unutulmuş bir kahvehanesinde muhtemelen beni hasta edecek derecede pis bir suyla demlenmiş çayı yudumlayarak yazıyorum. Sömürü yıllarından kalma yarım yamalak İngilizceleriyle konuştuğum ve seni anlattığım klanlar, dervişler, sadular, babaciler’de seni sevgiyle selamlıyorlar.

521737_505102052861848_1929340752_n

Uzun zamandır yollardayım. Onlarca ülke, yüzlerce şehir, binlerce tarla, milyonlarca çiçek gördüm. Önceleri hakkında methiyeler düzdüğüm çiçekleri seni gördükten sonra tanımlayamaz oldum sanki. Ne zaman güzel bir çiçek görsem ya da başka birisi bana dünyanın en güzel çiçeğini gösterse, hep aynı çiçeği tasvir ediyormuşum gibi geldi o dakikadan sonra bana. Heyecanla yanına koştum her çiçekte. Tanrım, aynı dal, aynı yapraklar, farklı bir ruh farklı bir koku vardı her birinde. Her birine bakarak özlemi yazdım, bazen tekrar görebileceğim günleri düşleyerek hikâyelerini bir birine ekledim.

Bir gece yarısı masal yollarında gezerken Küçük Prense rastladım. Bana ve Kırmızı Başlıklı Kızdaki yaşlı kurda kendi dünyasındaki en güzel çiçeği anlattı. Ondan ayrı geçirdiği zamanlarda hep bir koyunun çiçeği yiyebilme ihtimalinin onu korkuttuğunu söyledi. Yaşlı kurt “Amaan sende dünyada milyonlarca çiçek var. Bir çiçeği, bir koyun yemiş kime ne?” diye cevap verince. Küçük Prens kendini tutamadı ve sesini yükselterek “Eğer milyonlarca yıldızdan yalnız birinde tek bir örneği olan bir çiçeği seviyorsan, yıldızlara bakmak bile mutlu hissettirir sana kendini. “Çiçeğim oralarda bir yerde…” dersin kendine. Ama, koyun çiçeği yedi mi, tüm yıldızlar söner! Bu senin için hiç önemli değil tabii!” dedi. O gece biraz daha konuştuktan sonra çiçeğine biran önce ulaşmak için yanımızdan ayrıldı.

O günden sonra benimde artık Masal diyarlarını ve Hindistan’ı bırakarak. Dünyamın başkenti Ankara’ya dönme vaktimin geldiğini anladım. Sen bu mektubu okurken muhtemelen İran topraklarında olacağım. Cumartesi sabahı Ankara’ya ulaşacağımı umut ediyorum. Seni bıraktığım yerde bulamam düşüncesiyle ortak bir buluşma noktası ayarladım. Bu zarfla birlikte masal yollarında dinlediğim en güzel masallardan birinin tiyatro biletlerini gönderiyorum. Umarım seni orada tekrar görebilirim. Bir mani çıkarsa Sankt Peterburg’da ki dostum Raskolnikov’a (255 655 45) bu telefondan ulaşabilirsin. O çok akıllı bir dosttur mutlaka bana ulaşacaktır. Görüşmek dileğiyle…

Sevgiler…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Ümit Yaşar Oğuzcan’a Fotoğraf için MDF’ye teşekkürler…