Posts Tagged ‘ pencere ’

Seni Beklerken

Seni Beklerken

Gecenin en karanlık vaktinde uyanıp, babadan kalma eski evin çürümüş penceresini açtım. Hafiften bir rüzgâr esti yüzüme doğru, pencereyi öylece bırakıp, önündeki koltuğa kuruldum. Biraz sonra şehrin dört yanından ezan sesi yükseldi, ardından sütçü, yoğurtçuların çıngırakları… Küçük bir çocuk omzuna kitaplarını yüklenmiş, eline beslenmesini almış, koşarak okula yetişmeye çalışıyor. Yirmi birinci yüzyıl çocukları sağlıklı bir insan olmak yerine, ezilen bir işçi olmak için gün doğmadan okula gidiyor.

Aylardan Mayıs. Bir garip Mayıs hissi geldi oturdu içime. Nedir bu garip his? Yıllardır, aylardır hiç duymadığım türden bir şey bu. Hafızamı yokladım, düşündüm lise koridorlarında buldum o hissi. Mayısla birlikte gelen çiçek kokuları, sınavların bitmesiyle, yaz tatilinin yaklaşmasının o güzel hissiyatı bu. Peki, ama yıllardır neredeydi bu his, nereye saklanmıştı? Sonra diğer hisleri anımsadım. Kâğıda sığdıramayacağım güzellikte farklı hisler gelip geçti aklımdan, çocukluğuma dair. Ancak ne zaman büyüdüğü mü hatırlayamadım?

İçim geçer gibi olmuş. Bir uyandım ki seni düşünüyorum. Çocuksu bir his kapladı içimi. Büyük adamlara, bahşedilmiş en büyük hediye galiba bu aşk dedikleri. Kim bilir şimdi neredesin ne yapıyorsun? Benden habersiz… Bir yosmanın korkusuz sesi böldü hayallerimi. Geceyle birlikte bitmiş, ardından küfrediyor tüm adamlara “Allah Belanızı versin diyor.” Hafiften bir yağmur başlıyor. Tüm sokağı süpürüyor kadının gözyaşlarıyla.

Ben bu büyümeyle gelen gerçek algısına nerede bağlanıp kaldım diyorum kendi kendime? İnsanoğlu bu belirsiz, karmaşık hayatta bir mana aramaya meyilli galiba. Günün yüzde yetmişini aynı hareketler ve konuşmalarla tamamlayıp bunların değişmez doğrular olduğuna inanmaya, rahatlamaya… Mesela eskiden Ahmetlere gittiğimde gönlümde hissettiğim o duyguya ne oldu? Amcam, Teyzem ne zaman bu kadar yabancılaştı? Nesneler ne zaman değişti? Çiçekler, hayvanlar? Babam ne zaman baba oldu, annem ne zaman anne oldu? Ben ne zaman adam oldum? Evet, geçmişi ve geleceği düşünmezdik, hayata dair ürettiğimiz teorilerimiz yoktu ancak kocaman bir gönlümüz vardı. Ölümü bile oyun zanneden kocaman bir gönlümüz. Çocukken anneme sarılır yatardım. Hiç korkmazdım öyle olunca. Oysaki her gece yatmadan bir son dakika haberiyle zalimin birinin, mazlumların üzerine füze atışını izleyerek yatardık ama o sarılma sanki dünyadaki tüm kötülüklerden korurdu bizi. Zamanla anlıyorum ki inandığımız bu adi hakikatin sebebi tüm kötülüklerin anası zalimler. İyilerle masalsı bir dünya kurulabilir. Ancak hala soruyorum kendime, o masumiyet nerede kayboldu? Yağmur hızlanıyor pencereyi kapatıyorum.

Kalbim şimdi alev alev yanıyor. Yanlış hakikatler peşinde koşarken, unuttuğum benliğim. Yanlışa yüklediğim yanlış anlamlar. Sokağa kayıyor gözlerim. Yanlış mı görüyorum yoksa küçük bir çocuk mu süpürüyor sokakları? Gözlüğümü takıp tekrar bakıyorum. Bir sübyanın bir elinde süpürgesi, diğer elinde faraşı… İşte o zaman gönlüm razı gelmiyor belki de öldürüyorum onu, aklımı kullanmalıyım diyorum. Zalim aklımı. Bu şahbaz aklımı…

Yağmurun kesilmesiyle uyanıyorum ki yine düşlerimde sen. Önemsiz görünen bir haftanın, aslında ne kadar büyük zaman olduğunu anlıyorum, zamanı sende tekrar tanımlıyorum. Sana bir gün, bir saat, bir saniye geç kalmamalıyım. Ya sana ulaşamazsam? Güneşi beklerken gönlümü derin bir hüzün ve endişe kaplıyor. Güneş doğuyor, bugün de sen yoksun.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

india-10891nf1

Kendine Tecavüz

Kendine Tecavüz

İğrenç bir koku var bu ışıksız, bu soğuk zindanda. Yine de umutluyum, güneşe kavuşacağımız günler yakın. On yılcık kalmış şunun şurasında. Aklımı tatile çıkarıyorum. Kâh bir dağ yürüyüşündeyim, kâh güneş banyosu yapıyorum. Zindanın dışarı açılan küçük penceresinden doğayı kucaklıyorum.

Zindana düşme sebebimi soracak olursanız, herkesin şu dakika bu mektubu okumaktan vazgeçeceği ve beni boğazlama isteğine kapılacağı kadar iğrenç bir sebeptendir. İşte böylesine zıt istekler içinde insanoğlu ancak bu suçumu hafifletmez tabi. Masum bir kadına tecavüzdür en büyük suçum.

Normali ve hakikati her zaman doğru ve düzgünler söylemez Hakim Bey. Ancak dünyada onların sözlerine inanılır. Benim gibi ayyaş, sapkın ve hayatın bir yerinde tuzağa düşmüş kişilerin düşünceleri hastalıklı algılanabilir. Ancak her hayat kendi normalleri içinde değerlendirilmelidir. Toplumsal normaller salakça bir yanılsamadan başka nedir?

Sıradan bir gündü, çayı demlemiş, tüm ofise çay dağıtıyordum. Bir anda tüm bina boşaldı. Herkes şehir meydanındaki büyük otelde yapılacak toplantıya gidiyordu. Koskoca binanın içinde ben ve bir kadın çalışan kalmıştık. Aldım bir çay götürüp masasına bıraktım. Sonra karşı sandalyeye geçip güzelce kuruldum, bir gazeteyi açıp okumaya başladım. Gazetenin yalan seli haberlerinin oluşturduğu yatay zeminin üstünden kadını süzüyordum. Kadının gözlerinde rimel, dudaklarında kırmızı bir boya vardı, yanakları al aldı. Ancak takıntılı bir tanrının yaratacağı kadar kusursuz bir güzelliğe sahipti. Aklımdan ahlaksızca bir sürü fikir geçiyor. Şuurum sanki yavaş yavaş kapanıyordu. Merhametliydi, sanki beni sevecek gibiydi. Bir o kadar güçsüzdü. Sanki ona biraz yaklaşsam sarılsam, öpsem, beni merhametle kucaklasa dünyalar benim olacak gibiydi ancak bütün bunlar da hayaldi. Hayatın gerçekliği içinde değersizdim. O nerelerdeydi, ben nerelerdeydim. Oysaki işte dünyanın bir noktasında, bir zamanda şans eseri karşılaşmıştık. Her neyse, onu boynundan yakalayıp şöyle bir tutsam, sonra tokatlasam ve çaresizliğin en dibine düşürsem, yaratacağım şiddet dünyasında belki benim olabilirdi. Belki oranın kralı ben olabilirdim, onun kralı ben.

Birden ayağa kalktım, bakışlarımdan tedirgin titrek ellerindeki bardağın içindeki çay bir o yana bir bu yana sallanıyordu, yaklaştıkça kalemi de elinden düşürdü. Yaklaştım ve boynundan yakaladım. Bir hamlede yere serdim. Çığlık atan dudaklarına elimin tersiyle ve düzüyle iki şamar indirdim. Kırmızı boyalı dudaklarından kanlar geliyordu. Kanlı ve zorba bir eylemdi ancak biraz sonra krallığımı kuracaktım. O anları tam anımsamıyorum ancak sonradan düşünüyorum. Gerçekten kurabilecek miydim? Bir insana sahip olabilecek miydim? Kafamda cevapsız sorular. Oysaki tarihte gerçek krallar önce öldürür sonra ölüleri gömer, ardından geride kalanları kandırırdı. Bu fetihte nasıl sulhu sağlayacağımı bilemiyordum. Çok geçmeden bütün vücudunu ele geçirmiştim. Kadın cansız bir ceset gibi yerde yatıyordu. Nefes alışverişinden yaşadığını anlayıp rahatladım. Gidip gelmeler sırasında tek hatırladığım yerde yatan kanlı yüzde kendimi görmem oldu. Ben aslında kendime tecavüz ediyordum. Tarif edilemez bir duygu kapladı bedenimi. İlk boşalmadan sonra hızla üzerinden kalkıp ofisten çıkıp kapıyı kapattım. Gidip bir sandalyeye oturdum. Aklımdan binlerce resim geçiyordu, binlerce ses, çocuklukta mahallemizdeki büyük çocukların kıçıma kerkinmeleri, öğretmenimin ilk tokatı, okul müdürüne biat edişimiz, ergenlikte tabulaşan kadınlar, babamın aşağılayıcı sözleri ve dayakları, sonra sonra toplum içinde yitip gidişlerim… Aşkı ararken hayatın gerçekliğine toslayışlarım. Koskoca dünyada aslında her insanın gerçekten insan olmadığını ve çok küçük bir grupla oynamam gerektiğini anlayışım. Hiç tanımadan evlendiğim kadına ilk gece güç gösterisi, sağlık güvencem olmadığı için ilk kez hastaneden kovuluşum, acılar içinde kıvranarak günlerce koca karı ilaçlarıyla iyileşmeye çalışmalarım, patron tarafından ilk tokat, kirayı ödeyemediğim için ev sahibi tarafından aşağılanışım, ev sahibinin her akşam para bahanesiyle gelip karımı taciz edişleri. Devlet diplomalı vaizler tarafından hastalıklı ilan edilişim. Güçsüz görüntümü fırsat bilenlerin her fırsatta bana taciz ve tecavüz etme istekleri… Neyse daha fazla yazmak istemiyorum.

Ben aptal ve merhametli bir kralım. Ancak aptal ve merhametli krallar zindanlara düşer. Akıllı ve muktedir krallar her gün binlerce tecavüz eylemini normalleştirerek aramızda geziyor. Belki bazen mağdurlar bile onu masum ve ahlaklı sanabilir. Ancak benim gibi bir ahmağa kim haklılık payı bırakabilir ki?

Gerisi kopkoyu bir gökyüzü… Derin bir yalnızlık… Zindana atıldığım ilk gün ateş düşen evim birilerinin kazancı, birilerinin sevincidir. Aciz benliğim kötülüğün timsali artık. Daha önce meşru tecavüzlere maruz bıraktığım aciz karım üzerine basılıp sindirilecek ve tecavüze hazır hale getirilecek bir maddedir artık. Bir garibanın meşru yaşantı başarısızlığından kalan zarar olarak bir köşeye atılacaktır. Soğuk ve karanlık odalarda karın tokluğuna toplumsal tecavüzün hiç uluyamayan bir neferidir. Zindana düşecek bir tecavüzcüsü bile yoktur artık. Hatırlayamadığı adı silinir belki nüfustan toplumca aşağılık bir kadın adı yazılır belki vesikasına. Erkekler adına hâllenirler belki, aşırı ahlaktan kafeslere zincirledikleri karılarını öldürür gibi… İşte bu kalıplaşmış ahlak perdesi altında koskoca bir tecavüz toplumu yatar. Çünkü “bireysel müsaade” yani “özgür irade” bizim olan koskoca dünyanın parsel parsel satılıp, bazı bölümlerinin yasaklanması gibi üç kuruşa bizim olmaktan çıkmıştır. Ben içeride onlar dışarıda. Ben zindanda onlar perde arkasında. Perde kopkoyu, aydınlığı engelliyor. Karanlık ne kadar büyük olsa da “Orospunun çocuğu, orospu olur,” önermesini her seferinde haklı çıkaran bu kara kadere inanmıyorum. Çünkü o güzel kadınla bir yaşam mümkün olsaydı eğer, mutlaka en güzel, en sevgi dolu biçimde yaşamak isterdim. Vicdan hapsi içindeki benliğimle çok pişmanım. Güçlü bir kral gibi kendimi öldürüp, bir canavara dönüşemedim. Yaşadıklarımdan tek anladığım gerçek tecavüzcü kendini öldürendir. Güzel ve güçlü kralların öldüğü, güzel masallarda buluşmak dileğiyle ben şimdilik bu sayfada ölüyorum… Sizin devletin kanun kitaplarında öldürdükleriniz gibi. Tahliyemi istemiyorum Hâkim Bey. Sadece benimde var olduğumu o yüce makamınızdan görmeniz dileğiyle.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mj6brzcjTJ1qc6wuio1_r1_540

Pencereden Ölüm Esiyor

Pencereden Ölüm Esiyor

Pencereden ölüm esiyor küçük kız. Ben rüzgâra karşı duruyorum. Sana yazdığım satırlar birer birer uçuşuyor. Ellerimin titremesinden anlıyorum. Son çizgilerin titrekliği gibi, buruşuk suratlı bir komşu çalıyor kapıyı. Ölüm esiyor kapıyı açamıyorum. Şimdi gelme böyle ansızın diyorum komşuya. Zihnimde sana karşı dönen binlerce sevgi sözcükleri, koşmayı bekleyen bir at gibi hücresinde çılgınca bekliyor. Tabanca patladı patlayacak, bu at yerinde durmayacak biliyorum. Ya düşecek, ya kalkacak. Sana ulaşmak için üzengilere sıkı sıkı basıyorum.

siyah_gul_22

Yaşamak ne garip şey… Bir türlü anlayamadığım. İşte bir rüzgâr esiyor, cümbür cemaat götürmek için geliyor bizleri. Yarın yaşamak için bir bayram var. Ben belki var belki yokum. Bir çocuk kapıyı çalıyor. Ansızın telefon çalıyor. Birileri yokluğumu arıyor. Delikten dışarı bakıyorum, elinde bir şeker tabağıyla beni bekliyor. Yaşamak için renkli renkli, yaşamak için bir tane de kendi ağzına atıyor. Kim bilir kaç yer böylesine bayram yeri, kaç yer ağlamaklı?

Seni gördüğümden beri kaç bayram geçti? Hangisi benim için bayramdı bilemeden yazıyorum. Geceden ayakkabılarımı hazırlamıştı annem. Başucumda öylece duruyordu. Giyindim en güzel elbiseleri sana koştum. Koştum, seni gördüm, sana baktım. Ellerine sarılmak isterdim. Öpüp alnıma koymak… O bayram hiç gelmedi. Ben hep arife günleri doğan bir kelebek gibi, bayramı göremeden ölürüm.

Yaşamak zaman zaman insanın kalbine dokunan, zaman zaman eğlenceli bir şarkı, ölüm hep arabesk gelir bana. Arabesk gibi tanımlanamayan, karamsar ve duygulu…

Pencereden ölüm esiyor küçük kız. Bahçede ki güller bir o yana bir bu yana yatıyor. Kim dikti bu güzel gülü? Nerede benim güllerim? Rüzgâr daha da kuvvetleniyor. Daha fazla tutamayacağım sözcükleri. Sözcüklerde yaşar kâğıtlarda bizler gibi. Onlarda çürür bir gün çürüyen düşünceler gibi. Geriye kalan aklımda, fikrimde, kalbimde sakladığım ve tüm dünya âleme haykırdığım, sana “seni seviyorum” diyemediğim sevgi sözcükleri. Her birini teker teker ektim. Ben giderken, büyüsünler diye.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com