Posts Tagged ‘ umut ’

Anlatamıyorum

Toplumsal düzen içinde biriktirdiği kirlerle birlikte üstüne üstüne geliyorsa bazen okumanın, yazmanın, düşünmenin hatta konuşmanın da bir anlamı kalmaz. İnsan kalmak için verdiğin mücadele bir anda anlamsızlaşır. Tarifsiz bir korku basar içini. Sanki hiç umut yok gibidir. Alevler içinde bir cehennem vardır karşında. Eğer ki bu cehennemde bir zebaniysen, çıkarı için senin gibi olmayanlar sen gibi davranmaya çalışır. Düzenin üzerinde bıraktığı tüm lekeleri kapatarak sana ulaşmaya çalışır. Doğruyla yanlış, gerçekle, gerçek olmayanı birbirine karıştırırsın. Üzülürsün biraz.

Filmlerin, sporun, tiyatro eserlerinin, felsefesini yitirip, anlamsızlaştığı şu günlerde tam bir değer yozlaşmasıyla karşı karşıyayız.  Ailelerin bile parçalanıp bittiği, insanların kimsesizleştiği ve yolunu şaşırmış paranın değer yaratanlara, yani işe yaramaz zenginlere uğrayarak hayatı yok ettiği bir dönemdeyiz. Değerlerin en büyük yaşatıcısı yaş almış insanlar bile artık daha küçüklere hikâyeler anlatamıyor. Ahlaksız, anlamsız, bomboş insanlara özenerek ve onları alkışlayarak geçiyor hayatımız. Yeni dönemin yaş alma bahtiyarlığı da böyle boş bir şey. Sonuçta küçüklere verdikleri en önemli öğütse. “Daha yükseğe, hep daha ileriye. Karşına çıkanı ez geç.”

Günde bir doz ağlamadan kendime gelemiyorum. Çünkü yeryüzünde insan iradesi yok ediliyor. Hayatın içinde herkesin önünde oynanan ahlaksız oyunlarla şekillenen dünyada bir kaderdir tutturulmuş gidiyor. İnsanın rengi dünyadan siliniyor. Evet, toplumsal yaşam, insan iradesinin erişemeyeceği kadar büyük ancak iradenin bu kadar geçersizleştiği bir dönemde, artık insanlar kendinin kuramadığı hayatlara alışmaya çalışıyor. Tanrılara biat için gerekli kader, aslında bütün güçlü dalkavuklara boyun eğmek için bir fırsat yaratıyor.

Bir de “İyi diye bir şey yoktur” diye bir laf tutturulmuş gidiyor. Oysaki gerçek insanın içinde “iyi” vardır. O insan toplumsal hayatın içinde, içindeki iyilerin nasıl istismar edildiğini görür. Bir tiksinti basar o anda içini, bir bunalım gelir oturur yüreğine. Yırtıp atmak ister. İstila edilmiş toprakları görür, cebinden çalınanları görür. Zorunda kaldığı işe, uğradığı haksızlıklara karşı bir tiksinti duyar. Saatlerini verdiği iş yerinde kendine benzer insanlarla yaşamanın kısılmışlığını içinde hisseder. Bu insanlara alışmalıdır artık. Çevresindeki insanlara… Kara kaderine alışmalıdır.

Geçen gün bir kadın geldi yanıma oturdu ve ağladı. Bir erkek dedi, bana sahip olmak isteyen bir erkek var. Kim o dedim? Ahmet dedi. Nasıl sana sahip olabilir dedim? Önce tanıştık, konuştuk ancak ben onu sevmedim. Fakat olanları ailem öğrendi. Şimdi benden Ahmet’le evlenmemi istiyorlar. Başka şansın yok diyorlar. Yaşın çok büyüdü diyorlar. İşin yok diyorlar. “Ahmet’e dokunamıyorum. Ahmet’in yanında diken üstündeyim. Ahmet’ten korkuyorum” dedi kadın. Acısını yüreğimde hissettim o kadının. Sadece hayata devam etmek için rol yapanlar gibi değildi en azından. Yalandan sevişenler gibi değildi. Toplumsal rolleri bilezik gibi şıkır şıkır takınanlar gibi değildi. Bir isyanı vardı olup bitene. Uyum sağlamak istemiyordu. O yaşamak istiyordu aslında. Mutsuz olmak istemiyordu.

Günümüz akıl sahipleri gibi ona “sentetik mutluluklar” yarat demedim. Aslında ne diyeceğimi de çok bilemedim. Etrafınızdaki herkes, her şey aynı şeyi emrediyorsa kendi yolunu yaşamayı öğütlemenin ve yaşamanın da çok anlamı kalmıyor. Hayat paylaşmadıkça, kurulamıyor da.

Ben insanlarla yapılan şeylerde genellikle, sabırsızlık, tembellik ve özensizlik gördüm. Tamamen paraya ve güce dökülmüş bu dünyada insanoğlu hiçbir şeyin tadını sonuna kadar çıkaramıyor. Sadece sahip olmak ve karşısındakini biran önce tüketmek istiyor. Bu yolda onu anlamak yerine en kısa yoldan elde etmek var. Değerleri yozlaştırmak hatta yok etmek var. Bunu temellendirmek için yarattığı boş inanışlar var. O yüzden neyi kazanırsa kazansın mutsuz. Toplumun en şerefli makamlarında oturanların en boş insanlar olduğunu görüyoruz. Çünkü en az bedel ödeyenlerin en yüksek makamlara yükseldiği bir dönemdeyiz. En aşağılık tiplerin örnek olarak gösterildiği bir dönem. Bir yamyam sürüsü tarafından yaşam yok ediliyor. Öylesine bir dünya ki kardeşimi bile şu fani dünyada bir bok olamasa sevemeyecekmişim gibi. En güzel dostluklarım, “çıkar için mi benimle?” sorusunun rahatsız edici tedirginliğiyle ve samimiyetsizliğiyle son buluyor. Zaten kimsenin konuşacak pek bir şeyi yok. Günlük yaşam içinde diğerlerini kandırmak için işledikleri günahların artıkları var içlerinde. Kimse güzel şeyler düşünecek vakti bulamıyor. Zorlu günlerin sıkıntılı dakikalarında, psikolojilerinin zorla yaptırdığı küçük kaçamaklarda, düşünebildikleri ya koca bir göt, ya kaslı kollar. Sevgi ve şefkat bile tıpkı para gibi hesaplanarak veriliyor. Geriye kalanlar neler yaptığımı neler elde ettiğimi merak eden insanlar sürüsü…

Duyarlı birkaç kişinin çığlıkları da hayatın arasına karışmış gidiyor. Kadercilik hızla yükseliyor. Şekilciliğin ve çıkarın önem kazandığı noktada, diller giderek anlamlarını yitiriyor. Genelde susuyorum zaten en yakınlarıma bile anlatamıyorum…

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Kendine Tecavüz

Kendine Tecavüz

İğrenç bir koku var bu ışıksız, bu soğuk zindanda. Yine de umutluyum, güneşe kavuşacağımız günler yakın. On yılcık kalmış şunun şurasında. Aklımı tatile çıkarıyorum. Kâh bir dağ yürüyüşündeyim, kâh güneş banyosu yapıyorum. Zindanın dışarı açılan küçük penceresinden doğayı kucaklıyorum.

Zindana düşme sebebimi soracak olursanız, herkesin şu dakika bu mektubu okumaktan vazgeçeceği ve beni boğazlama isteğine kapılacağı kadar iğrenç bir sebeptendir. İşte böylesine zıt istekler içinde insanoğlu ancak bu suçumu hafifletmez tabi. Masum bir kadına tecavüzdür en büyük suçum.

Normali ve hakikati her zaman doğru ve düzgünler söylemez Hakim Bey. Ancak dünyada onların sözlerine inanılır. Benim gibi ayyaş, sapkın ve hayatın bir yerinde tuzağa düşmüş kişilerin düşünceleri hastalıklı algılanabilir. Ancak her hayat kendi normalleri içinde değerlendirilmelidir. Toplumsal normaller salakça bir yanılsamadan başka nedir?

Sıradan bir gündü, çayı demlemiş, tüm ofise çay dağıtıyordum. Bir anda tüm bina boşaldı. Herkes şehir meydanındaki büyük otelde yapılacak toplantıya gidiyordu. Koskoca binanın içinde ben ve bir kadın çalışan kalmıştık. Aldım bir çay götürüp masasına bıraktım. Sonra karşı sandalyeye geçip güzelce kuruldum, bir gazeteyi açıp okumaya başladım. Gazetenin yalan seli haberlerinin oluşturduğu yatay zeminin üstünden kadını süzüyordum. Kadının gözlerinde rimel, dudaklarında kırmızı bir boya vardı, yanakları al aldı. Ancak takıntılı bir tanrının yaratacağı kadar kusursuz bir güzelliğe sahipti. Aklımdan ahlaksızca bir sürü fikir geçiyor. Şuurum sanki yavaş yavaş kapanıyordu. Merhametliydi, sanki beni sevecek gibiydi. Bir o kadar güçsüzdü. Sanki ona biraz yaklaşsam sarılsam, öpsem, beni merhametle kucaklasa dünyalar benim olacak gibiydi ancak bütün bunlar da hayaldi. Hayatın gerçekliği içinde değersizdim. O nerelerdeydi, ben nerelerdeydim. Oysaki işte dünyanın bir noktasında, bir zamanda şans eseri karşılaşmıştık. Her neyse, onu boynundan yakalayıp şöyle bir tutsam, sonra tokatlasam ve çaresizliğin en dibine düşürsem, yaratacağım şiddet dünyasında belki benim olabilirdi. Belki oranın kralı ben olabilirdim, onun kralı ben.

Birden ayağa kalktım, bakışlarımdan tedirgin titrek ellerindeki bardağın içindeki çay bir o yana bir bu yana sallanıyordu, yaklaştıkça kalemi de elinden düşürdü. Yaklaştım ve boynundan yakaladım. Bir hamlede yere serdim. Çığlık atan dudaklarına elimin tersiyle ve düzüyle iki şamar indirdim. Kırmızı boyalı dudaklarından kanlar geliyordu. Kanlı ve zorba bir eylemdi ancak biraz sonra krallığımı kuracaktım. O anları tam anımsamıyorum ancak sonradan düşünüyorum. Gerçekten kurabilecek miydim? Bir insana sahip olabilecek miydim? Kafamda cevapsız sorular. Oysaki tarihte gerçek krallar önce öldürür sonra ölüleri gömer, ardından geride kalanları kandırırdı. Bu fetihte nasıl sulhu sağlayacağımı bilemiyordum. Çok geçmeden bütün vücudunu ele geçirmiştim. Kadın cansız bir ceset gibi yerde yatıyordu. Nefes alışverişinden yaşadığını anlayıp rahatladım. Gidip gelmeler sırasında tek hatırladığım yerde yatan kanlı yüzde kendimi görmem oldu. Ben aslında kendime tecavüz ediyordum. Tarif edilemez bir duygu kapladı bedenimi. İlk boşalmadan sonra hızla üzerinden kalkıp ofisten çıkıp kapıyı kapattım. Gidip bir sandalyeye oturdum. Aklımdan binlerce resim geçiyordu, binlerce ses, çocuklukta mahallemizdeki büyük çocukların kıçıma kerkinmeleri, öğretmenimin ilk tokatı, okul müdürüne biat edişimiz, ergenlikte tabulaşan kadınlar, babamın aşağılayıcı sözleri ve dayakları, sonra sonra toplum içinde yitip gidişlerim… Aşkı ararken hayatın gerçekliğine toslayışlarım. Koskoca dünyada aslında her insanın gerçekten insan olmadığını ve çok küçük bir grupla oynamam gerektiğini anlayışım. Hiç tanımadan evlendiğim kadına ilk gece güç gösterisi, sağlık güvencem olmadığı için ilk kez hastaneden kovuluşum, acılar içinde kıvranarak günlerce koca karı ilaçlarıyla iyileşmeye çalışmalarım, patron tarafından ilk tokat, kirayı ödeyemediğim için ev sahibi tarafından aşağılanışım, ev sahibinin her akşam para bahanesiyle gelip karımı taciz edişleri. Devlet diplomalı vaizler tarafından hastalıklı ilan edilişim. Güçsüz görüntümü fırsat bilenlerin her fırsatta bana taciz ve tecavüz etme istekleri… Neyse daha fazla yazmak istemiyorum.

Ben aptal ve merhametli bir kralım. Ancak aptal ve merhametli krallar zindanlara düşer. Akıllı ve muktedir krallar her gün binlerce tecavüz eylemini normalleştirerek aramızda geziyor. Belki bazen mağdurlar bile onu masum ve ahlaklı sanabilir. Ancak benim gibi bir ahmağa kim haklılık payı bırakabilir ki?

Gerisi kopkoyu bir gökyüzü… Derin bir yalnızlık… Zindana atıldığım ilk gün ateş düşen evim birilerinin kazancı, birilerinin sevincidir. Aciz benliğim kötülüğün timsali artık. Daha önce meşru tecavüzlere maruz bıraktığım aciz karım üzerine basılıp sindirilecek ve tecavüze hazır hale getirilecek bir maddedir artık. Bir garibanın meşru yaşantı başarısızlığından kalan zarar olarak bir köşeye atılacaktır. Soğuk ve karanlık odalarda karın tokluğuna toplumsal tecavüzün hiç uluyamayan bir neferidir. Zindana düşecek bir tecavüzcüsü bile yoktur artık. Hatırlayamadığı adı silinir belki nüfustan toplumca aşağılık bir kadın adı yazılır belki vesikasına. Erkekler adına hâllenirler belki, aşırı ahlaktan kafeslere zincirledikleri karılarını öldürür gibi… İşte bu kalıplaşmış ahlak perdesi altında koskoca bir tecavüz toplumu yatar. Çünkü “bireysel müsaade” yani “özgür irade” bizim olan koskoca dünyanın parsel parsel satılıp, bazı bölümlerinin yasaklanması gibi üç kuruşa bizim olmaktan çıkmıştır. Ben içeride onlar dışarıda. Ben zindanda onlar perde arkasında. Perde kopkoyu, aydınlığı engelliyor. Karanlık ne kadar büyük olsa da “Orospunun çocuğu, orospu olur,” önermesini her seferinde haklı çıkaran bu kara kadere inanmıyorum. Çünkü o güzel kadınla bir yaşam mümkün olsaydı eğer, mutlaka en güzel, en sevgi dolu biçimde yaşamak isterdim. Vicdan hapsi içindeki benliğimle çok pişmanım. Güçlü bir kral gibi kendimi öldürüp, bir canavara dönüşemedim. Yaşadıklarımdan tek anladığım gerçek tecavüzcü kendini öldürendir. Güzel ve güçlü kralların öldüğü, güzel masallarda buluşmak dileğiyle ben şimdilik bu sayfada ölüyorum… Sizin devletin kanun kitaplarında öldürdükleriniz gibi. Tahliyemi istemiyorum Hâkim Bey. Sadece benimde var olduğumu o yüce makamınızdan görmeniz dileğiyle.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mj6brzcjTJ1qc6wuio1_r1_540

Kalp Hastalıklarının Sebebi Üzerine

Kalp Hastalıklarının Sebebi Üzerine

Yaklaşık yirmi yıldır hastane koridorlarında bir o yana bir bu yana koşturuyorum. Bir ameliyattan diğerine giderken, diğer yandan kütüphane koridorlarında kalple ilgili külliyatı, keskin kokulu siyah çayla birlikte, reflüden harabat olmuş boğazımdan aktarırcasına hızla içiyorum.

Binlerce neden, binlerce sonuç var kalp hastalıklarıyla ilgili. Yıllarca ne ameliyatlar gördüm aklın, mantığın, beynimin, gözlerimin yaşamaz dediğim hastaların nasıl yaşadığını, yaşar dediklerimin de nasıl aniden ve sebepsiz göçüp gittiklerini…

Bebek sahilinde oturup düşlere dalarken, yıllardır cevabını arayıp durduğum manasız soruları kesen bir iç sıkıntısına müteakip, sıkışan kalbimin beni nasıl korkudan titrettiğini anladığımda değişti kafamdaki sorular. Bilim birazda var olanı görmek değil, var olanın dışındakileri görmektir diye boşa dememişler. Bunca yıllık beynim bir anda nasıl sıfırlandı, nasıl bir bebeğin kafası kadar berraklaştı bilemem. Sonraki gün yaptığım bir ameliyat sırasında kalbe bakıp “Bu nedir?” diye soracak kadar tarumar ettim tıp gerçeğiyle ilgili kurduğum dünyayı.

O günden sonra gelen hastalarıma şikâyetlerini sormak yerine, “nasılsınız?”, “mutlu musunuz?” gibi, gündüz bir hastane odasında başlayıpta gece rakı sofralarında süren, sabaha karşı eve döndüğümüz dertleşmelere dönüştü birden. Takıntılı ruhum her yıl Mart ayında yaptırdığım tetkikler sonrası iyi çıkan sonuçlarla rahatlardı, ancak bu sefer hiç tetkik yaptırmadan, bu dertleşmeler sırasında çok ağır kalp hastası olduğumu yavaş yavaş anlamaya başladım.

Kimisi insan olmanın değerini kaybetmiş, kimi parasızlıktan ve itibarsızlıktan toplumdan dışlanmış, kimisi tüm zenginliğin, itibarın içinde harcanmış, kimisi bir sevdanın peşinde kahrolmuş, kimi bir sevdayı harcamış, kimi adam öldürmüş, kimi kötü düşüncelerle kendini ve çevresindekileri öldürmüş, hayatı, insanları, düşünmeyi, beynini, kalbini, her şeyini öldürmüş…

Bu nedenler böyle tren gibi sıralanıp giderken. Bu kalpsiz, rekabetçi ve acımasız dünya dönmeye devam ettikçe makineli bir tüfeğin şarjöründen boşalan kara kurşunlar gibi önüne geleni yaralamaya ve acıtmaya devam ediyor.

En büyük amacı, en güçlü olmak olan bu sevgisiz insan topluluğunun, birikimsiz, avare fikirleri, gerçeğe yaklaşmak isteyen korkakların fikirlerine her dönem ağır basıyor. Bir yanda çok bilimsel tıbbi gerçekler, dünyadaki en büyük gerçekmişçesine insanlığı parayla esir alırken, diğer yandan da insanlığı tüketerek esir kampına daha fazla insan topluyor.

Bir gün bir ameliyat sırasında, yıllar önce katıldığı bir protesto gösterisinde bir tiranın hakikat hukukunca, haksızca tutuklanıp içeri atılmış, yıllar sonra hapisten çıktıktan sonra ailesi tarafından dışlanmış, sevdiği kadınlar gelecek korkuları yüzünden geçmişini öğrendiğinde teker teker bırakıp gitmiş ve an’da Ahmet Abi’yi katletmiş. Bir türlü meşrulaşamayan hayatına içtiği günlerin birinde, tecavüz ettiği kadından dünyaya gelen kızı da onu terk ettiğinde sıkışan kalbi, belki bilmemne hormonu salgılanmadı, ya da çok tuzlu, yağlı şeylerde yemiş olabilir, belki muktedir ahlak düzeninden dışlandığı için ilahi bir musibette başına gelmiş olabilir, işte bu hayatımızda neden var bilmediğimiz düzenin boktan bir gerçeğiyle ameliyat masasında hiçbir neden yokken bir anda can verdi. Kalbe hangi meşru müdahaleyi yaparsak yapalım geri döndüremedik. Sanki bu koskoca Evrende dönüp durması için her şey müsaitken o durmayı seçiyordu. Ben bu gerçeği hiç kimseye anlatamadım. Çünkü işte öyle oldu, böyle olmasaydı olmazdı gibi akılsız ifadeler muktedirdi hayata.

Pılımı pırtımı toplayıp hastaneden ayrıldım. Kimine göre kafayı yemiştim, kimine göre ailevi sorunlarım vardı, kimine göre başarısızdım, akılsızdım, fikirsizdim her neyse gittim bir mekân beğendim denize karşı. Çünkü insan kötüdür, ortak dünya da kötüdür gibi ağırlığı büyük ancak insan teorisinin bir yanını aydınlatan bir önermenin kapsamsızlığını ancak yalan dünya da kaybolanlar anlayabilir. Her neyse, bu sevgisiz, bu renksiz, olabileceğinin en boktanı dünyanın hikâyelerini dinledik ve yazdık bu küçük kahvede. Keyifli, güzel ama dışarıda ki yaşamdan umutsuz bir dünya kurduk orada. Kalbi sıkışanlar çekip gittiler, bir damla ağlamadık hep sevgiyle yaşattık onları, geriye kalanlar birbirimizi tedavi edip, denize bakarak sonsuz Evren’i izlemeye ve anlamaya devam ediyoruz. Kalbimizde sonsuz umut ve sevgiyle…

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

Alex-Grey-Psychedelic-Painting-Art-Gallery-Kissing-744x1024

Hayal Diyarında Bir Çocuk

Hayal Diyarında Bir Çocuk

Geleceğiyle ilgili hayaller kuran çocuk. Herkesi senin kadar şanslı mı sanırsın? Biz umut bahçemize bir hayal kurmak için zaman bulamazdık, bazen zaman olurdu tuğla olmazdı. Böyle bir döngü işte zaman tuğla döngüsü diyorlar buna hayatta. Sonsuz bir döngü bu… Yaşamak için tuğlayı umut etmek, tuğlayı bulunca zamanı kaybetmek gibi.

Biz hayal diyarında bir ileri bir geri yürüdük, sen hayal diyarında ışık hızıyla gidiyorsun.

SONY DSC

Binlerce insan kaderini kıçının altına tortop eder oturur. Hiç minderi dümdüz etmeden oturdun mu? Hiç gerçekleri görerek hayal kurdun mu?

Bazen geceleri bombalar patlardı. Ölmemeyi hayal ederdik. Bazen aç yatardık, sabah bulacağımız bir kuru ekmeği düşlerdik.

Sen şimdi oturmuşsun düz mindere ya da pamuk bir yatakta yan gelip yatıyorsun. Bir oyun kurmuşsun kendine binlerce masal uyduruyorsun.

Bizim edebiyatımız acıdır, ekmeğimiz yavan, su bardağımız boş. Dünyanın doğuşunda şen şakraktık. Dünya büyüdükçe mutsuzlaştık.

Hayallerini yaratan kuruculardan bir masal dinle şimdi. Bir masalcıyı dinle, diğer bir masalcıyı tanrı ilan et tapın. Bizim yolumuz karanlık geleceğimiz puslu. Tek aydınlık güneşte parlayan musallamız. Bir masalımız var bizim. Sizinki kadar ciddi değil. Kim duysa güler. Biraz trajikomikçe. Masalda böyle olmalı ama her neyse…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Umudumuz Kalabalık

Umudumuz Kalabalık

Sana güvendiğim günü hatırla. Sana güvendiğimiz günü hatırla. Masumiyetinden bir şey kaybetmiş miydin? Nereden bilebilirdik adaleti sıra sıra demir parmaklıklar ardına saklayacağını? Nereden bilirdik o güzel ellerinin bir gün yanağımızda patlayacağını? Nereden bilebilirdim can dostum Yusuf’u benden ayıracağını? Nereden bilebilirdim bir gece ansızın evimizin demir kapısını kırıp, şakağıma soğuk namluyu dayayacağını. Sen güzel evimizin güzel bahçesinde top koşturduğumuz, sıska çocuk. Ne zaman biriktirdin bu kadar kin ve nefreti içinde? Nefret dolu kadehi kırdığında yitirdin masumiyetini, beyninde dolaşan binlerce kirli düşüncenin sahibi şeytana bizi sattığında bitti her şey. Ne ara kolların böylesine güçlendi, bacakların ne ara bu kadar büyüdü? Güçsüzken dokunduğunda hissettiğim o dostça hisler yerini acılara bıraktı. Eskiden birlikte gülüp, ağlardık. Artık hiç gülmüyorsun, ağlamıyorsun da. Dokunma acıtıyorsun! Sana dokunamıyorum, saldırıyorsun. Gücün seni böylesine değiştireceğini tahmin edemezdim. Şimdi sana küçükken okuduğumuz şu dizeleri gönderiyorum bu kısa mektupla. “Sen ey kendiyle yetinen! Artık suyumuz bulanık, bir güneş bile olsa sonunda, yolumuz kırık, önümüz karanlık ve ağır tuğrası alnımızda padişah yalnızlığın, ama yine de umudumuz kalabalık…”

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Bir şeyi Anlamıyorsun

Bir şeyi Anlamıyorsun

Doğurun beni en güzel umutlarla. Yeniden doğurun mutluluklarla. Öyle kararsız olmasın, tam mutabakatla tekrar doğurun beni. Öylesine doğurun ki hayatınızın en güzel şeyi olsun ve onu tanımlamak için isim bile bulamayın yıllarca. Sevin, öyle derin sevin ki kalbinizde her dakika bir gariplik olsun. Hiçbir doktor isim bulamasın bu hastalığa. Öylesine gelecekler hayal edin ki, kimselere anlatamayacağınız kadar güzel bir hikâyem olsun. Anlatırken içinizden kuşlar uçuşsun.

Yaşatın beni en pamuk yataklarda. Yaşatın ulan, güvende hissedeyim kendimi. Canım her dakika uçacak gibi durmasın ağzımda. Siz her şeyi bilenler alın beni aranıza ve yaşatın. Kendiniz gibi yaşatın en azından. Birlikte şükredelim her nefese, birlikte atsın kalplerimiz, yaşatın.

Harcamayın beni de doğurmak, yaşatmak ve öldürmek eylemleriniz gibi. Harcamayın kaybolmuş hayatlar ve umutlar gibi. Sadece bir gün “iyi ki bu dünyaya gelmişim” diyebileyim. Bir gün olsun “bende sizinleyim” diyeyim. Siz hem neredesiniz? Orada mısınız huu? Her elimi uzattığımda size dokunayım. Ne olur beni harcamayın. Ben sizi kaybetmek istemeyecek kadar çok seviyorum.

Öldürmeyin beni, eğitim çarklarında çektiğiniz çocuklar gibi. Öldürmeyin katılaşmış kalıplarınızdan geçer not alamamışım gibi. Bütün iğrenç, hayvanca gücünüzü atın bir kıyma makinesine ve kıyım kıyım edin ki beni daha fazla ezmeyin. Güzel yüzlü bir kadının güzellik tahtında, güçlü bir erkeğin güç tahtında oturması gibi oturmayın, bakmayın bana oradan. Ya öldürün keskin bir bıçakla ya da döndürmeye çalışmayın, süründürmeyin. Doğduğuma pişman etmeyin.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

ceninin

Her şey Güzel Olacak

Her insan gibi önce umut etmeyi öğrendim. Ana rahminden çıkan bir çocuk öncelikle yaşamayı, nefes almayı umut eder. Büyüdükçe umut ettiğim şeylerde benimle birlikte büyüdü. Küçük yaşlardaki doğal umutlarım yerini yapay umutlara bırakmaya başladı. Sonra korkular sardı dört bir yanımı, kaybetmenin korkusu. Karşıma çıkan tüm zorlukları yenebileceğim umudunu taşıdım hep. Tek tesellim büyüklerimin ağızlarında tekrarlanan “Her şey güzel olacak” sözcükleriydi.

1064778_213071428843687_238276704_o

Yapay hayallerimi düşledim hep, onlar için çalıştım. Hedefi koydum önüme ve deliler gibi savaştım. Öyle ki bazen kendi benliğimi bile hiçe sayıyordum. Sağlığım, mutluluğum, hayatım, sevgilim, sevdiklerim ikinci plandaydı sanki. Yapay umutların yarattığı kolay ulaşılamaz ve yakalandığında baş döndürücü etkiler yaratan değerler hayatımın odak noktası olmuştu. Umutlarımı kucağıma alıp şuursuzca hedefe doğru koşuyor ve her şeyin güzel olacağı yönündeki inancımı hep diri tutuyordum.

Sonra bir çocuğum oldu. Erkek olmasını umut ettim. Sonra sağlıklı olmasını, akıllı olmasını, okumasını, adam olmasını ve umut ettiğimiz her şeyin daha ötesine geçmesini umut ettim hep. Kulağına adını fısıldadıktan sonra “bahtın açık olsun” küçük oğlan dedim. İçimde erişemediğim binlerce hayalim kopup gitti birden. Her şeyin güzel olacağına dair inancım sarsılıyor muydu yoksa?

Büyüdü oğlan. Ona umut etmeyi öğrettim. İyi olanları gösterdim. Kötü olanları bellettim. Hayat meydanına bırakmadan önce son olarak kulağına sessizce fısıldadım “Her şey güzel olacak”.

Umut ettim, yaşadım, hayattan alabildiğim kadar değer ve zevk aldım. Hayattan çalabildiğim zamanlarda yaşamaya çalıştım. Kırbaçlandım, yaralıydım ama devam etmek istiyordum. Daha ileri gitmeyi umut ettim. Sonra bir gün başım dönme dolap gibi dönemeye başladı. Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. O günden sonra her şey değişti. Her gün içmek zorunda olduğum on hapla ayakta durabiliyordum. Bedenim umutlarıma ihanet etmiş, beni uzun vakitler boyunca yatağa mahkûm etmişti. Ölmemeyi umut ettim. Daha çok yaşamayı ve oğlumla, eşimle daha çok vakit geçirmeyi… Ah Fatma benim güzel karım. Seni gençliğim boyunca umutlarımda erteledim hep. Şimdi bu bitkin kollarımla sana sıkıca sarılmak istiyorum. Yılların aramıza kurduğu duvarları birer birer yıkmak istiyorum. Her şey güzel olacak. İnanıyorum.

Sonra babam öldü. Bir gece yarısı aniden kalp krizi alıp götürdü onu aramızdan. Yastığının altında bulduk bu içsel çatışmayı anlatan kâğıdı.  Ben onun umut ettiği kadar büyümüş ve büyüdükçe her şeyin güzel olacağına dair inancımı birer birer kaybetmiştim. Bir türlü doyamadığım hedeflerden ve kazandığım zaferlerden elimi ayağımı çekmiş. Küçük bir sahil kasabasına yerleşmiştim. Benimde bir oğlum oldu. Karım terk etti. Hemen hemen etrafımda hiç kimseler kalmadı. Çünkü yaşayanlar ve umut edenlerin birçoğu farklı bir kulvarda at sürüyorlardı. Oğlum büyüdü ve şehre yeniden döndük. Küçük sahil kasabasındaki o neşeli oğlan bir anda neşesiz ve mutsuz bir çocuğa dönüştü. Onun bu hali beni fazlaca üzüyordu. Okula ve arkadaşlarına uyum sağlayamadı. Gün geçtikçe hırçınlığı artıyordu. Kontrol edilemez olduğu günlerin birinde yine mutsuz ve ağlamaklı yatağına gittiği sırada babam düştü aklıma. Sözleri yankılandı kulaklarımda. Oğlumun odasına doğru yürüdüm. Yatakta öyle güzel görünüyordu ki. Onu öptüm ve umut etmesi için bir masal anlatmaya başladım ona. Gecenin sonunda kulağına doğru eğildim ve fısıldadım “Her şey güzel olacak”.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com