Posts Tagged ‘ ıssız ’

Kendini Kanıtlamak

Kendini Kanıtlamak

Ömrümün uzunca bir dönemi kendini kanıtlamak gayesine hizmet etmekle geçti. Şimdilerde bir kanepeye uzanmış ölümün beni alıp götürmesini bekliyorum. Hayatın en dibine vurduğunda insan kendini kanıtlama gayretlerinin saçmalığını daha iyi anlıyor. Nerede o kanaat önderleri? Nerede o çıkmaya çalıştığım sahne? Nerede suretine bürünmeye çalıştığım adamlar? Devir, ben doğdum doğalı yüz kere değişmiş. Yeni sahneler, yeni adamlar, yeni düzenler kurulmuş. Hüzün ve acı hiç bitmemişti.

Tüm hayatlar saçmaydı ancak benimki belki de biraz daha saçma. İyi bir çocukluk geçirdiğim söylenemez. Kafamda vücudumda o günlere ait onlarca kırık. Parasızlığın verdiği hayal kırıklıkları. Zoraki dindar bir yaşam…

Okulu hayatım boyu hiç sevmedim. Gençliği daracık ve havasız sınıflarda bitirilmiş bir nesilden geliyorum. Okuldan bir halt öğrendiğim söylenemez. Okuldan en iyi öğrendiğim şey, hayatta hiçbir şeyin zoraki öğrenilemeyeceği, öğrenmek için bir öğreticiden çok öğrenilmek istenen konuya bağlı bir yüreğin olması gerektiğidir.

Okul bitti diploma alındı. İşsiz güçsüz dolaştım. Hiçbir iş kafama yatmıyordu. Özgürlüğümü kısıtlayanlara inat, ipsiz sapsız işlerde çalıştım. Biraz kazandım biraz yedim. Onaylanmayan bir hayat yaşadım yıllarca. Çok ciddi öğütler dinledim binlerce kişiden. Sağa dön diye başlayıp, yokuşu tırmanınca mutluluğu yakalayacaksın diye biten… Peki, ama bu kayıtsız şartsız mutsuz olduğum kabullenişi neden? Hayatımda bir şeylerin eksikliğinden mi?

Herkese göre böylesi boktan ve beş parasız yaşayınca, herkesin hayırlı gördüğü, sermayeyi, nefsimi ve neslimi geleceğe güvenle taşıyacak kadınlarla tanışmadım. İlk tanıştığım kadın sokak kadınıydı. Ağır zatürree geçiriyordu. Bende de fazla para olmadığından doğru dürüst bakımını yaptıramadım. Ne bileyim bin bir çeşit içinde ne halt olduğu belli olmayan ilaçları içemedik. Kesimhane gibi içine binlerce insanın doldurulduğu, doktorların bir kasap gibi çıkarla etik arasında dans ettiği hastanelerde yatamadık ama soğuk ve yağışlı günlerde üstümüze kar yağarken ateş yanında yorganın arasında mikroplara karşı savaştık. Zaman zaman Tanrıya dua ettik. Son gece ateşinin el yaktığı dakikalarda başka bir dünyada yeniden buluşmak için yemin ettik birbirimize. Mercedes’le morga kaldırmadılar. Belediye başkanı başsağlığı mesajı göndermedi. İlanımız gazetelerde yayınlanmadı. Kimsesizler mezarlığında bir çukur… Sokak insanları kendilerinin Tanrı tarafından abdesti aldırılmış, namazı kıldırılmış, toprağı kazdırılmış olduğuna inanırlar.

Yalnız ve boktan geçen günlerin ardından. Issız ve karanlık bir sokakta tecavüz edilip, atılmış bir kadersizle karşılaştım. Alyansını çıkarıp sattık. Küçük bir gecekondu kiraladım ona. Bir lokantada bulaşıkçılık işine girdim. Kafası düzenli bir eve programlanmış bu kadın benim çalışıp eve ekmek getirmemden çok hoşlandı. Her yanından pislik akan evi cennete çevirdi. Ancak çok tecavüz edilmiş, çok horlanmıştı. Bir gün eve geldiğimde masada bir not buldum “Güzel yüreklim Mehmet’im, tüm dünyayı dolaşsam senin gibi bir adam bulamam. Ancak bu dünyanın Tanrıları bizi yaşatmazlar. Sana zarar gelmesin diye gidiyorum. Öperim.”

Binlerce olay yaşamış bir türlü aileme benliğimi onaylatamamıştım. İnsanın en yakınlarına benliğini onaylatamaması ne acı. Oysa ki ağabeyim sadece on yıl içinde bukalemun gibi şekilden şekle girip nasılda zengin olmuştu. Şimdilerde böyle rahat anlattığıma bakmayın o dönemde bu “kendini kanıtlayamayan” halime çokça üzülürdüm. Boşa yaşıyormuş gibi gelirdi bazen. Yanlış yoldaymışım gibi gelirdi. Yabancılaşırdım kendime.

Sonra üniversite diplomasını okutup bir işe girdim. Acayip uyumlu bir adam oldum sistemle. Ailemle de çok iyiydim. Ev aldım, araba aldım, aile kurdum, fetva verdim. Lan bir baktım her şey tastamam gidiyor ama mutluluk çok uzağımda. İşin en kötüsü de “kendimi kanıtladım mı kanıtlayamadım mı?” hala emin değilim. Nerede o yorgan altı mikroplarla savaştığımız günler?

Çocuklar doğurduk ve vahşi bir tüketici olarak yetiştirdik. Karımın ve çocukların isteklerine koştururken birde baktım yaşlanmışım. Hanım benden önce terk etti dünyayı. Şimdilerde yapayalnız ve hasta bir yatakta uzanmış öylece yatıyorum. Ne mikroplarla, ölümle savaşacak ne de kendini kanıtlayacak bir dost, arkadaş, sevgili var.  “Adam ol lan” diyen ağabeyim bir gün bile uğramadı. Sokakta tanıştığım sevgilim ne kadar şanslıymış diyorum kendi kendime, ne önemli bir kadınmış, sokaklara kendini ne kadar kanıtlamış. Ölürken bile hastaneden parayla bir umut almayacak kadar inançlıymış, ne kadarda cesurmuş. Ellerimi açıp dua ediyorum sadece. Bu saçma, boş hayatıma ve binlerce yanılgıma kahkahalarla gülüyorum. “Kendini kanıtlamaymış. Büyük laflar ve büyük adam pozları filan.” Ulan ne komik şey…

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

juxtapoz_Lee_Jeffries5

Yalandan Ölüm

Karanlık, ıssız bir yoldayım. Yalnızlık böylesi vakitlerde mi çöker insanın üstüne? Seninle yolcu gidenlerle beraber olmak varken, daha da yalnızlığa itekleyen birileri var. O yolda inandığın kapkaranlık adamlar var. Gel etme uyma diyorum karanlık adamlara. Tam inanmaktan vazgeçiyor koşuyor bir sevgili yolcuya anlatıyorum ki, bakıyorum o da bir başka karanlık adama inanmış.

İnsanlar zayıflatılıyor, insanlar evcilleştiriliyor, insanlar yalnızlaşıyor. Bir adam hayatı için, canı için savaşamıyor. Bir adam gardını indiriyor diz çöküyor ve ağlıyor. Bir adam ölüm karşısında tir tir titriyor ve bir adam zayıf karşısında yavşakça zaferini kutluyor. En güçlü bile alçaklığını göstermek istemeden her gece zangır zangır titriyor.

Ölüm en gerçek bir sondur ve yaşamak en yalandan bir inanmak. Yaşadığına sevgiyle inanmalı bir insan çünkü bir insan bedeni sapasağlam olsa da hasta olabilir yalnızlıktan. Yalnızlıktan bir hap içebilir ve bu yapayalnız adam bir gün ölebilir. Yalan yalnızlık, yalan hastalık ve yalandan bir hayatla.

Tanrım nedir bu döndüren başımı, kalbimi çarptıran, içimi bunaltan. Nedir bu tatsızlık? Oksijen kesiliyor sanki. Bütün gökyüzünü içime çeksem yetmeyecek. Bu bitmeyen yorgunluk, acı, ızdırap. Sanki bu perde hiç inmeyecek.

Bu içine doğduğum dünyada mı yoksa yarattığım sanal dünyada mı yaşıyorum? Gözlerimi bir açıyorum etraf tarumar, sanal dünyam tarumar. Sonra sonra anlıyorum ki bu biçimsiz, bu şekilsiz oyunda nefes almak ve yaşamak bile çok zor. Mezarlıklar geliyor aklıma, yaşatamadıklarımızın toprağını şenlendirmeye çalıştığımız mezarlar. Biraz daha ölüyorum, biraz daha… Zannettiğimden daha az cesurum.

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

tumblr_mta9u9OEvf1rl0v8do1_500

Hamdi Bey

Hamdi Bey

Doğruluk ve dürüstlük abidesi Hamdi Bey, denizler gibi coşkun, durgun sularda yüzen balık, ıssız bir ormanda savrulan kurumuş bir yaprak. Hamdi Bey ezilmiş bir tezek, ineğin memelerinden akan sütün kokusu, bir ağaçkakanın ağaçta açtığı oyuk. Hamdi Bey karıncayiyenin karşısında karınca, aslanın karşısında geyik, kurdun var olduğu yerde kuzudur. Hamdi Bey gerçekliğe büyük bir inanıştır, Hamdi Bey değişmeyen beyefendi adam. Hamdi Bey yaşlı bir sokak ayyaşının attığı balgam, Hamdi Bey ceketimin cebinde taşıdığım bembeyaz mendildir. Hamdi Bey yüksek tondan haykırışların yanında, ince ve güzel bir kadın sesidir.

Sevdim, hayatım boyu sadece sevdim. Hep iyi adam olmaya çalıştı bu ürkek kalbim. Yalan söylemeye meyletmedim. Hırsızlığı bırak, hakkım olanı bile ellerim titreyerek aldım. Paradan çok korktum, fazla paradan. Lüks yerlerde bir köşeye sindim. Marka arabalara binerken hep tedirgindim. Üzerime marka tişörtleri geçiremedim. Devamlı kaçtım ve hep sevdim. Yaşamak için binlerce sebep varken ben hep aynı şeyin çevresinde dolandım. En son istemediğim şeyleri yaptım yinede. İstemediğim insanlarla, istemediğim bir mekânda çalışmaya başladım. Muhasebe tutuyordu ellerim, daha on tane elliliği sayamazken milyon dolarları hesaplıyordu zihnim, ona iştirak ediyordu bedenim.

Hey gidi Hamdi Bey ailesinin biricik oğlu, en çok sevileni,  sözü dinleneni, anasının kuzusu. Hayatı büyüklerinden ve masallardan dinlemiş Hamdi Bey. Votkanın olduğu yerde su içen, her sigara yakışında dumanıyla boğulan Hamdi Bey. Zoraki götürülen bir genelevde yarım saat boyu koltukta oturup karşılıklı sigara içtiği kadınlarla tokalaşarak ayrılan Hamdi Bey.

Çok âşık oldum. Onu çok seviyordum. Yıllarca peşinden koştum. Hayatımın farklı zaman dilimlerinde hayatıma giren diğer kadınlar gibi. Seviyordum hemde çok. Yıllarca söyleyemedim, sustum. Suskunluğumdan kuruyan dilimi sıcak ve kaynar sular yaktı hep. Ilık bir duşun altında uyudum. Söyledim kurtuldum. Reddedildim, olmadı bir türlü. Nedendir anlayamadım?

Hey gidi saf kalpli Hamdi Bey, kadınlara hiçbir şey ifade etmeyen ezik Hamdi Bey. Verdiği değerler birer birer harcanan Hamdi Bey. İnce ruhlu, nazik Hamdi Bey. Issız bir mezarlıkta yanına gömülmeye gelmiş bir kadına ayakta selam edecekken kafasını mezar taşına vuran Hamdi Bey. Kanayan yaralarına yetişmeyen kadınlar, dostları, kaybeden Hamdi Bey. Sigara dumanlarına boğulan, içki musluğundan kaçarken 70’lik şişelerde boğulan Hamdi Bey.

Doğru dürüst para tutmamış ellerimle, özenle hesaplayıp titizlikle tuttuğum hesapların bir gün değiştirildiğini gördüm. Bunu gördüğüm anda kodeste buldum kendimi. İş yerinde çalışan binlerce insanın beni suçlayışını, kardeşim dediğim adamların sırt dönüşünü gördüm. Bir bağlama çalındı derinden. Onu hatırladım. Dünyaya geliş amacımı hatırladım. Bu namüsait durumda bile bir kodeste kalbimi kıpırdatan şey, onu hatırladım.

Hamdi Bey, yıkılmaz denen bir binanın tuzla buz oluşu gibi. Sevginin dilimlenmiş bir elmaya dönüşü gibi, özenle saatlerce sarılmış yaprak sarmasının aniden bitişi gibi. Sigara dumanından derin bir nefes ve dumanın ciğerimi acıtışı gibi, izmarit ve kararan elma dilimleri kaldı geriye.

Avukat tutmam gerekiyormuş bu suçtan kurtulmak için. Dürüstlerin binlerce avukatı olur sanırdım, oysaki bir tanesini bile ancak parayla tutabiliyormuşuz anladım. Önce anne ve babamı aradım sonra kardeşlerimi, kuzenlerimi ve en son kardeşim dediğim insanları. Her birinde aynı kırık dökük kurgulanmış hikâyeler dinledim, belli ki ahlaksız, dolandırıcı damgası yemiş birine yardım etmek istemiyorlar. Çoğunluğu, arama artık bizi dedi, ailem evlatlıktan reddetti beni. Hep bir sırt dönüş var hayatta. Kevaşeyle gece boyu sevişip arkasını dönüp yatan, parayı atıp arkasını dönüp giden adam gibi.

Umutsuz bir son gibi Hamdi Bey. Kodes duvarları gibi, aynı deliğe pisleyen binlerce suçlu gibi ,aynı suda yıkanan pislikler gibi Hamdi Bey. Hayatın gerçekliğinden çıkarılan, dışlanan adı kötülüklerle özdeşleşen Hamdi Bey.

Uzun upuzun bir kuyruk var. Bir süre sonra çembere alıyorlar etrafımı. Kollarımdan tutan iki muhafız beni çamur dolu bir çukurun içine bırakıveriyor. Henüz kirlenmemiş küçücük ellerim çamura bulanıyor. Usuldan bir yağmur başlıyor. Fakat çamurdan arındırmaya yetmiyor beni. O çemberin içinde annemde var babamda, kardeşlerim, yakınlarım, tanıdıklarım hatta tanımadıklarım var. Taşlar çıkıyor bir anda, hepsi aynı anda üzerime üzerime yağdırıyor. Bir iki acıdan sonra hiç bir şey hissetmiyorum. O sırada küçükken iyi ve eğitimli bir insan olmamı öğütleyen annem geliyor aklıma. Her ne kadar şimdi ön sıradan taş yağdırsada, çocuklar hep annelerini güzel anılarıyla hatırlıyor. Olmadı diyorum anneme, kaybettim, taşlandım, kafamdan akan kanlar vücudumun sol tarafına doğru yöneliyor. Kalbim beyne kan yetiştirmekte aceleci. Kalbim belki de son kez sızlıyor. Bedenim yılların verdiği pamuksuluktan çıkıp taşlaşmakta. Yeniden doğuyorum sanki, eski incelikte olamasamda…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com

Yalnız Çakıl Taşı

Koca şehrin ıssız sokaklarında kimselerin kimsesizleri miyiz bizler? Nedir aile olmak nedir bir arada yaşamak? Karanlık ve soğuk bir caddede yürüyorum. Üzerime bulutlar yağıyor. Her köşede birkaç tane ışığı yanan ev…

Çok mutsuzum. Elim cebime gidiyor. Küçük ve eski telefon rehberimi çıkarıyorum. Yağmurdan sakınmak adına küçük bir telefon kulübesine sığınıyorum. Rehberi karıştırıyorum. Birçok kimse var burada. Kimisi bir zamanlar can dostum kimisi aile bireyimmiş. Eski platoniklerimin sayfasını açıyorum birden. Yüreğimden binlerce değer dökülüyor telefon kulübesine. Birkaç tanesini telefona yerleştirip arıyorum 112 Hızır acili. Karşımda hayatın en ürkütücü yüzleriyle karşılaşmış soğukkanlılığını korumaya çalışan bir ses. Merhaba diyorum ona. Birkaç kelime konuşmak istiyorum. Yüzüme kapanıyor telefon. Ne oldu şimdi doktor hanım diyorum içimden. Enkazımı kaldırmanız için aramıştım. Ölen bir faninin son sözlerini dinleyip öyle götürseydiniz ya morga. Sözler ve düşünceler bu kadar değersiz mi? Rekabetçi yaşamda en değerli olan ölmüş ve kokuşmuş olan bedenim mi? Rekabetten ayrıldığım vakit son model bir minibüs alıp götürecek bedenimi. Üzerine beyazdan bir cüppe giymiş adam ‘bu adamda cennetimize gelsin.’ diyecek. Orada adil olmaya çalışacak herkes. Gözyaşı dökecekler. Ön sıralarda aile bireylerim.

İşte böyle, hiç kimse yok telefon rehberinde. Yeniden yağmura çıkıyorum. Islatıyor günlerdir banyo yapmamaktan kokuşmuş bedenimi. Yenilenmek istemiyorum suyla. Duygulara inanmayanlar geliyor aklıma. Kaç bin tane duygumu heba ettim şu fani dünyada. Harcadılar birer birer yok ettiler. Mantıkla mutlu olmaya çalıştı herkes. Düzenin bahşettiği o yalnızlığı büyük bir şeymiş gibi sahiplendiler. Aramadılar sormadılar hiç birisi. Basit ucuz ve geçici hazlar peşinde koştular. Bir kafedesin ya da bir bilardo salonunda, Pariste o kulenin altındasın. Ben yokum ya orada. Gözlerini kapattığın o son dakikalarda onlar olmayacak yanında. Belki benim sevgim ve bana duyduğun ufacık sevgi ruhunla beraber uçacak yıldızlara. O ruhlar ki kimisi çok ağır kimisi kuştan hafif. Kuştan hafif olanlar kapılacak rüzgâra da ulaşamayacak vaat edilen topraklara. Kimisi değer verdiği ruhlarla uçacak yıldızlara.

Ben bugün böyle yalnızım ya, ne konuşacak bir dost, ne bir arkadaş, ne de bir sevgili bulamadım ya. Zaman zaman yanıp sönen bir sokak lambasının altında, biraz önce beni dilenci sanıp önüme beş akçe atan adamın attığı paranın üzerindeki bir adamla konuşuyorum. Para yalnızlığın ilacıdır. Tatmin oluyorum. Cebimden küçük bir çakıl taşı düşüyor. Parçalanıyor akan sele kapılıp yok oluyor… Ah benim kırmızı renkli, güzel çakıl taşım. Yağan yağmurlar seni bana geri getirecek biliyorum. Çünkü sen yalnız çakıl taşımsın…

Alican ÖZER

ozeralican@hotmail.com