Küçük tek göz bir oda, yeryüzüne açılan pencereleriyle yerin altından güneş ışınlarına merhaba diyor. Çoğu zaman yüksek binalardan güneş eve uğramıyor bile. Küçük odanın tam ortasında kahverengi, tahtadan kare bir masa duruyor. Üzerinde zoraki bir çubuğa tutturulmuş lamba. Odanın bir köşesinde duvara yaslanmış bir yatak, yerler kara beton. Bir köşede eski bir sedir.
Bu evin sahibinin bir zamanlar hayalleri vardı çok büyük hayalleri. Şimdi ise ona farelerden, hamam böceklerinden başka kimse eşlik etmiyor. Sonsuz yalnızlığında tek yaptığı düşünmek ve düşünmek… Düşüncelere daldığında ona eşlik eden tek görüntü sabahları ellerinde çantalarıyla işe giden, akşamları elinde ekmek torbasıyla eve dönen insanlar. Belediyenin ya da komşuların verdiği birkaç kap yemekle geçiriyor günlerini. Devamlı ağrıyan midesi artık bir şey yemesine izin vermese de o hiç yemediğinde artan ağrıları yüzünden bir şeyler yemeye çalışıyor. Aslında o kadar seviyor ki yemek yemeyi yalnızlığını unutuyor. Dostu oluyor sanki yemekler. Yapım aşaması geliyor aklına. Onu yapan insanlarla sohbet ediyor sanki yemek yerken.
Uzun uzun düşüncelere dalıyor. Nasıl bu günlere geldiğini sorguluyor. Bir türlü ayak uyduramadığı insanlık düzenine kahrediyor bazen. Sonra sakinliyor. Ben neyim diye soruyor? Cevap yok. Öylece bakıyor boş boş. Bazen uykuya dalıyor. Rüyalarında güzel kadınlar görüyor. Hayallerindeki güzel kadınlar. Bu hayata düşmeden önce yaşadığı düzendeki kirli kadınları istemiyor. Kendi ütopyasını rüyalarında görüyor ancak.
O gece şehrin tüm ışıkları yanıyor. İnsanlar ellerinde hediye paketleriyle oradan oraya koşturuyorlar. Havai fişekler patlıyor. Bir adam fazla alkolden pencere kenarına yığılıyor. Birkaç nara attıktan sonra oracıkta sızıyor.
Duvarın dibine getirdiği iskemlenin üzerine çıkıp bakmaya çalışıyor dünyaya. Karşıda bir evde masanın etrafında mutlu insanlar… Bir çift el ele yeni yılı kutlamaya gidiyorlar. Gençlerin bazıları ellerinde çerezlerle avare şehir meydanına doğru yürüyorlar. Bir adam geçiyor sokaktan başı öne eğik gözleri yaşlı. Çok boş bakıyor dünyaya. O da anlam veremiyor sanki bu olanlara. Karşıda ki lokanta misafirlerini bekliyor. Bir aile kapıdan içeri giriyor çok mutlular. Güler yüzle onları karşılayan garson daha sonra kapının önüne çıkıyor. O gece ailesinden uzakta geçen yılbaşını unutabilmek için yakıyor sigarasını. Fazlada isyan etmiyor hayata ama belli ki üzülüyor. Sonra çırağa bir şeyler söylüyor. Tam olarak anlaşılmıyor ama galiba evine bu özel gün için lokantadan bir şeyler gönderiyor. Belki oğlunu belki karısını belki babasını sevindirebilmek için. Son derece şık giyimli adamlar masalara kuruluyor. Şehrin ezilmişleri hizmette kusur etmiyor. Geriye sadece üzerinde devletin mührü bulunan değerli bir kâğıt kalıyor.
Tam o anda iskemle çatırdıyor ve kırılıyor. Ağrıyan kalçasıyla kendini sedirin üzerine zor atıyor. Evde kalan son sağlam eşya, iskemlenin de kırılması yüreğini biraz incitse de ağlamıyor. Hayat beklide yıllardır oturan vücudu, sedirin üzerinde son buldurmak telaşı içinde… Bunları düşünüyor avunuyor. Burada hava çok soğuk… Soğuk bir yılbaşı gecesi hayat ütopyalarıyla, kalçası incinmiş bir adamın bomboş evinde bomboş düşüncelerle son buluyor. Yarın her şey eskisi gibi olacak…
“Hayat ne garip değil mi? Saat tam gece on ikiyi gösterdiğinde tüm şehir yeni bir yılın gelişini kutladı. Bense sadece onları izledim çünkü ben zamansızım. Hayattan bir şeyler çalabilmek için zamana ihtiyacım yok sadece yaşıyorum. Ölümsüzüm ben.”
“Ben kimim bilmiyorum ama bir gün bu kâğıt parçası birilerinin eline geçtiğinde sadece düşüncelerim anımsanacak. Bu anlamsızca kurduğum cümlelerin kime ait olduğunu bilmeden beklide bu kâğıdı buruşturup atacaklar. Bu kâğıdı anlamlandırmak açısından son bir cümlem var. Belki de bunca yaşantıdan sonra tek çıkarımım. ‘En kötüsü karanlık, karanlığın verdiği korku ve daha kötüsü de korkunun karanlığıdır.’”
Herkes için aydınlık bir gecede ben, simsiyah bir yalnızlığa mahkûmum…
Alican ÖZER
ozeralican@hotmail.com