Posts Tagged ‘ kaçmak ’

Değersiz

Değersiz

Karanlık odamı ay ışığı aydınlatıyor. “İnsan kötüdür, tembeldir, sülüktür” yazıyorum not defterine. Sessiz gecede düşüncelere dalıyorum. Telefonuma düşen bildirim hayallerimi bozuyor. Uzanıp tamamen kapatmak için alıyorum telefonu. Bildirim Ayşe’den gelmiş. İstanbul’da başka bir adamla çekilmiş fotoğrafını göndermiş. Gizli bir hoş çakal mesajı bu.

Telefonu bir kenara fırlattıktan sonra yatağa gömülüyorum. Yüzlerce rüya gördükten sonra nihayet uyanıyorum. Rüyalarımın birinde herkes üzerime çökmüş beni öldürmek istiyor. Kaçmak istiyorum ancak etrafımda kaçacak bir delik bile yok. Boğuluyorum boğuluyorum…

Şehrin kalabalık otobüslerinden birine biniyorum. İnsanlar arasında var olma mücadelesi verirken, bir arkadaşım arıyor. Sesi titriyor. “Beni bıraktı” diyor. Uzun uzun susuyor. Sonunda oturacak bir yer buluyorum. Ayaklarım zar zor sığıyor koltuğun arasına. Sağ tarafımda biçimsiz vücutlu, orta yaşlı bir kadın oturuyor. İstemsizce o tarafa doğru bakmaya başlıyorum. Ancak herkesin sol tarafta duran güzel vücutlu, pembe etekli kadına baktığını fark ediyorum. “Yeni işini bulduktan sonra çok değişti” diyor arkadaşım. “Artık beni beğenmiyor ve yeni erkekler bulmak istiyor. Son birkaç aydır belliydi zaten. Dün arayıp ayrılacağını söyledi.” diyor. Bir anda sağ tarafta oturan orta yaşlı kadın otobüsten inmek için ayağa kalkıyor. Kadına o kadar dikkatli bakıyorum ki,  üzerime bir şey mi dökülmüş der gibi tişörtünü kontrol ediyor. Pembe etekli kadın kadar umarsız değil, belki de cesareti yok. Belki de aklına çok güveniyor, içgüdülerinin kollarına bırakamıyor kendini. Usul usul iniyor otobüsten. “Şimdi nasıl bir ceza vermeliyim ona? Arayıp korkutsam mı? Yoksa tekme tokat dövsem mi? Sen bilirsin bu işleri devlet ne yapabilir bu durumlarda bana?” diyor. Susuyorum. “Ben bu adaleti bilmem, bilemem. İnsanın kendi adaletinde hoyratlığı ve kendini tatmin etmek var. Devletin adaletinde devletin hoyratlığı ve devleti yüceltme var. Ben bir korkağım ve bir güçsüzüm, bana sorarsan ben kadını tamamen kendi haline bırakırdım.” diyorum. Hat kesiliyor. Son cümlelerimi duyduğundan emin değilim.

Şehrin nadir ağaçlık alanlarından birini seçip, kavak ağacının altına uzanıyorum. “Sevişmek de afyon artık.” yazıyorum deftere. Gün geçtikçe o ilk sevişmelerin plastikliğini anlamaya başlıyorum. İçimdeki hayvanı çıkarmamı isteyen kadınları sadece oyun yapıyorlar sanıyordum oysaki. Alçak bir maskeymiş onlarda.  “İlmime de, bilgime de, ahlakıma da, merhametime de kimsenin ihtiyacı yok. Herkesin ihtiyacı olan sonsuz itaat, işe yarar bilgi, sonsuz güç istenci. Onları karınca gibi ezmeliyim.” yazıyorum deftere. İçim geçmiş, yarım saat sonra uyanıyorum. Gördüğüm rüya etkiliyor beni. Kapağını çıkarıp kalemin “Dünyanın kötülüğü masumları da damgalıyor” yazıyorum deftere. Hayatın içindeki yaratılmış bu kötü kader, mantığa ve akla hiç sığmasa da kötülüğe doğru yöneltiyor insanları. Hak yemenin, güç uygulamanın, hükmetmenin yanlışlığını bile bile her şeyi yaptırıyor. Geriye kalan “Tanrının bizi affedeceği” tesellisinden başka bir şey değil. Telefonum çalıyor. Arayan annem. On yıldır hiç yüz yüze görüşmüyoruz. Babamdan ayrıldıktan sonra Fransız bir adamla evlendi. Fransa’da yaşıyor. Yarın sabah Ankara’ya geleceğini bildiriyor.

Sabahın erken saatinde uyanıp havaalanına gidiyorum. Annemle kucaklaşıyoruz. Bavulunu arabaya taşırken uzunca bir süre susuyoruz. Yılların verdiği bir soğukluk bu. Arabaya biniyoruz. “Nasılsın?” diye lafa giriyor. “İyiyim” diyorum sadece. Uzun bir sessizlikten sonra “sen nasılsın?” diyorum. “İyiyim bende” diye başlıyor. Eşiyle beraber yaptıkları seyahatleri, aldıkları evleri, yeni doğan çocuklarını anlatıyor heyecanla. “Bu araba senin mi?” diye soruyor sonunda. “Hayır, kiraladım bugün için” diyorum. “Sen ne iş yapıyorsun?” diye soruyor. “Garsonum” diye cevap veriyorum. “Sen mühendislik okumamış mıydın?” “Evet, ama o işte çalışamadım. Garsonluk bana yetiyor.” diye cevap veriyorum. “Sen zaten neyi okudun ki? Hep kendi kafana göre bir yaşam yaşadın. Bak kaç yaşına geldin hala bir düzenin bile yok.” diye sessini yükseltiyor. Eve varıyoruz. Tek odalı evimde onu rahat ettirecek bir yaşam yok. Onun yaşantısını onurlandıracak bir çift lafım yok. Ertesi sabah uyandığımızda annem “Dayının oğlu Nevzat’a götürür müsün beni? Kentpark sitesinden yeni ev almış. Oğlan o kadar almış yürümüş ki geçen gün bir dergi kapağında çıkmış Facebook’ta gördüm.” diyor heyecanla. Nevzat kadar heyecanlandıramıyorum onu, onun gözünde bir aylaktan başkası değilim. Yıllarını geçirdiği adam babamda heyecanlandırmıyor onu. İki sokak ötemizde oturuyor ancak aklına bile gelmiyor.

Uzun bir yolculuktan sonra Nevzat’ın ekstra güvenlikli, son model evine varıyoruz. “Bye bye” diyerek iniyor arabadan. Bu belki de ölmeden önce son veda. Son kez bakıyorum belki de hızlı ve heyecanlı yürüyen annemin arkasından. Bir rüzgâr esiyor gönlümde, göğsümün sağına soluna dağıtıyor efkârını. Birkaç damla gözyaşı iniyor gözlerimden. Birkaç dakika sonra kurduğum bir hayale kapılarak unutuyorum. Bir gülümseme kaplıyor dudaklarımı.

Eve geldiğimde akşam ezanı tüm odayı dolduruyor. Muhtarın mahalle hoparlöründen yankılanan sesi odayı dolduruyor. Açık kalan televizyonda bir diktatörün sesi odayı dolduruyor. Çöp kamyonunun motor hırıltısı odayı dolduruyor. Uçakların sesi odayı dolduruyor. Mahallede vurulmuş bir çocuğun kan kokusu odayı dolduruyor. Kirli hava odayı dolduruyor. Annemin parfümü odayı dolduruyor. Kulaklarım çınlıyor. Kendimi kanepeye zor atıyorum. Annem terliklerini kapının girişinde unutmuş. Mutfağın musluğu şıpır şıpır damlatıyor. Ay yeniden doğmaya hazırlanıyor. Kalemi çıkarıp “Tüm değerlerim süpürülmüş. Artık kendine dost, herkese yabancı bir adamım ” yazıyorum deftere. Yanımdaki yastığa sıkıca sarılıyorum.

Alican Özer

ozeralican@hotmail.com

93061913